29 Kasım 2014 Cumartesi

Telefon yoksa dvd verelim, bonus olarak da bir ballı kuzu



Dün gece telefonum bozuldu. Birdenbire, apansız. İçindeki her şey de uçtu gitti. Rehberdeki numaralar, fotoğraflar, videolar. Telefon servise gitti. Belki o düzelir gelir ama içindekilerin dönüşü yok sanırım. Allahtan fotoğrafları geçenlerde bilgisayara atmıştım, ondan sonra çektiğim birkaç fotoğraf da gitsin artık, ne yapayım. Numaraların çoğunu da zaman içinde tekrar bulur buluştururum nasıl olsa diye kafamı çok takmıyordum. Derken bir anda hatırladım ki, ben telefonumu not defteri olarak da kullanıyordum. Mesela tüm banka, internet vs şifrelerim telefonumdaydı. Ve artık yoklar. Aklımda kalanları hemen yazdım bir kenara ama aklımda kalmayanların sayısı daha fazla ne yazık ki. Ve en kötüsü, yıllardır okuduğum kitaplardan hoşuma giden kısımları yazmıştım .Böyle yüzlerce not birikmişti telefonda. Güya bir geniş zamanda onları kağıda geçecektim. Ah Özlem ah. 

Gidenlerin ardından bir bardak su içmekten başka elimden bir şey gelmeyeceğini anlayınca yaşadığım hüsran dolu duygulardan kurtulmak için Aamir Khan'ın Taare Zameen Par'ını izledim ben de. Film iyi, hoş da iki saat kırk dakika boyu ağlamaktan gözümde yaş kalmadı. Daha önce 3 İdiots'u izlerken de aynısı olmuştu. Hep ağlamalı film yapıyor Khan demek ki. Gerçi sadece ağlatmıyor, aynı zamanda öyle hoş duygular uyandırıyor ki insanın içinde, bozulan telefonu unutturup, filmdeki sahnelerin, sözlerin bıraktığı derin izlerin arasında hoş bir uykuya bile geçirtiyor. 

Temelinde Ölü Ozanlar Derneği'yle aynı mesajları taşıyan ama bunları bize başka türlü bakan, başka türlü gören bir çocuk olan Ishaan ile ulaştıran, harika görsellerle dolu olmasıyla da Ölü Ozanlar Derneği'ni sollayan bir film Taare Zameen Par, yani Yeryüzündeki Minik Yıldızlar. Ishaan disleksi, yani bir çeşit öğrenme bozukluğu var. Ancak, film çocuğunda disleksi olsun olmasın tüm anne babaların kafasında soru işaretleri uyandıracak türden. Tıpkı bende olduğu gibi: Oğlumun çocuk olduğunun ne kadar farkındayım? Oğlumun dünyasının nasıl olabileceğini hiç durup düşünüyor muyum? Aklından geçenler, kafasını meşgul edenler, dünyayı görüşü, hayalleri, heyecanlandıkları neler? Ne kadarının gerçekten ayırdına varıyorum? Şunu yap, şunu bitir, acele et, çabuk ol, hadi hadi hadi deyip dururken, aslında sadece doğruları yapmaya, kuralları uygulamaya, ona hayatı öğretmeye çalışmaktan başka hiçbir amacım da yokken, onun gözünden bakınca nasıl görünüyorum acaba? İşte böyle daha nice soru aklımda. Film bitince insanın içinden gelen ilk istek, çoktan uykunun sıcak kıvrımları arasında kaybolmuş yavrusunu doya doya öpüp koklamak oluyor. Daha çok sevmeliyim onu diyor sonra. Ondan sonra da, yo diyor, daha fazla sevemem ki, salt sevgiyim ona karşı zaten. Ancak, sevgimi daha çok gösterebilirim, daha çok zamanı paylaşabilirim. Ve mutlaka yapmalıyım da.

E, iyi ki telefon bozulmuş o zaman. Zaten ne çok boşa vakit harcıyordum onla.

20 Kasım 2014 Perşembe

gittim, geldim


Resimli Günlük bu ay 5. yılını doldurdu. İnsan ömrüyle 5 yaşında küçücük bir çocuk aslında daha o. O halde ben de biri 9, diğeri 5 yaşında iki çocuk annesi mi oluyorum? İkinci çocuğunu aylardır ihmal etmiş, ihmal etmek ne kelime, aylardır dönüp yüzüne bile bakmamış gaddar anne! Evladını terk edip gitmek nasıl bir duygu tabii ki bilmiyorum ama herhalde akıllarından hiç çıkaramıyorlardır çocuklarını o insanlar. Bir blog-evlat bile benim aklımdan hiç çıkmadığına göre.

Dönmek-dönmemek, yazmak-yazmamak, son aylarımın ikilemi oldu hep. Bu duyguyu ara veren, hatta bitti artık diye resti çekip giden birçok blog yazarı anlar eminim. Bir yanın hep yazmak ister, bir yanın yok, artık olmuyor der. Artık hangi taraf ağır basarsa...

Resimli Günlük benim en iyi arkadaşım, tıpkı Deniz gibi. Deniz'le de hemen her şeyi paylaşırım, konuşurum ben. Doğru mu yapıyorum, yanlış mı bilmiyorum ama küçüklüğünden beri böyle bizim ilişkimiz. Tabii onun anlayacağı dille, seviyesine inerek ama her zaman karşımda büyük bir insan varmış gibi. Resimli Günlük de her şeyimi paylaşabildiğim, ona içimi hiç çekinmeden açabildiğim, beni her zaman dinlemeye hazır arkadaşım. Eh, iyi arkadaşlara o kadar kolay sırt çevrilemiyor işte. Çevirince de hep bir sızı kalıyor içinde.

Başta her şey daha iyiydi tabii, yani sadece blog, ben ve beni şahsen tanımayan ziyaretçilerimiz varken. Bizbizeydik işte, anlıyorsunuzdur. Sonra, çevremdeki insanlar bir şekilde öğrendi bu birlikteliği ve sonra daha da çok insan... İki iyi arkadaş, bir köşeye çekilip fısır fısır konuşup dertleşirken, dışardan birilerinin konuştuklarını duyması nasıl bir hisse, o hisleri yaşamaya başladım o günden sonra. Artık hep birilerinin dinlediğini bilerek konuşmaya başladım. Aslında çevremden kimse buraları bilmese de aynı şeyleri yazacaktım belki ama bildiklerini biliyor olmam bile o samimiyeti azalttı gibi geldi bana hep.

Bu hislerimi anneme anlattığımda, "Daha çok kişi okusun, bilsin, takip etsin, ne güzel işte; diğer bloglar daha fazla okunmak, takip edilmek için neler yapıyorlar, sen de okuyorlar diye sızlanıyorsun." dedi. İyi de, benim derdim hiçbir zaman takipçi sayısı, okunma sayısı olmadı ki. Ne 5 yıl önce, ne de bugün. Ben burayı sadece anlatmak için açmıştım, okunmak ikinci plandaydı hep. Okunmak, okunmaya değer bulunmak çok mutluluk verici tabii, yorum almak verdiğin sese yankı bulmak gibi. Burada oturup kendi kendine konuşur gibi olmaktan çok daha anlamlı. Ama içini samimiyetle ortaya dökebilmek, aman bu ne der, şu ne düşünür hesabı yapmadan anlatabilmek hepsinden daha önemli bence.

Böyle bakınca çekip gitmem gerekiyordu tabii buradan. Ama gidemedim. Ne olursa olsun yazma dürtüsü galip geldi. Burayı olduğu gibi bıraksam, kendime ayrı bir blog açsam, bu sefer kimselere haber vermeden orada yazsam diye düşündüm epey. Kıyamadım. Beş yıllık yaşanmışlıkları bir kenara atmaya kıyamadım. Vefalı dostumu sonsuza kadar yüzüstü bırakmaya kıyamadım. Burası çok şey barındırıyordu benden yana, gerçek dünyada ortaya koymadığım pek çok şey. Kıyamadım... 

Aman dedim sonunda, aman, neyse ne yani. Burası benim blogum! Artık burdayım!


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails