30 Temmuz 2011 Cumartesi

Güzel sen ne güzelsin



Güzel insanlara imreniyorum son günlerde.Güzel,bildiğin güzel,yüzü,vücudu...Ben de öyle güzel olsaydım keşke diyorum.Görenlerin nefesini kesecek kadar.Ne bileyim işte Türkan Şoray gibi,Scarlett Johannson gibi,...

Güzel,şık kıyafetlere bayılıyorum son günlerde.Orjinal bir kombini,şirinlik muskası bir çantayı,şıkşıkırdım bir ayakkabıyı görünce kendime hakim olup hemen satın almasam da aklımdan kolay kolay çıkaramıyorum.

Güzel,ferah,detaylarına önem verilerek döşenmiş evler çok cazip görünüyor gözüme son günlerde.Öyle evlerde yaşayanlar daha mutluymuş gibime geliyor bazı bazı.

Güzel şehirler,güzel sahil kasabaları,güzel ve serin yaylalar ve oralarda yaşayanlar.Sizler de varsınız.

Orda burda,yolda,plajda,güzel kitaplar okuyan insanlara takdir ve hayranlık duygusuyla bakıyorum son günlerde.Güzel bir insan,elinde de güzel bir kitapla çok daha güzelleşiyor sanki.

Güzel fotoğraflar,güzel fotoğraflar çeken insanlar imrenme duygumu kat be kat artıranlar arasında.

Anneliğini güzel yaşayanlara,kızmadan,"hayır"larla,yasaklarla boğmadan ve boğulmadan,sevgiyle,neşeyle,cıvıl cıvıl annelik yapanlara çok özeniyorum bir de.

Gıpta ettiklerimden biri de kendisi standart ölçülere göre asla güzel sınıfına giremeyecek olsa da ruhunun güzelliğinden olsa gerek en güzellerden bile daha güzel görünen insanlar.

Bir de kulluğu güzel insanlara imreniyorum.Allah'la arasında bağ çok kuvvetli olan,sadece O'na kulluk eden,sadece O'ndan yardım isteyen insanlara.İskender Pala'nın Katre-i Matem'inde "Bütün ömrü boyunca Allah'tan istediği şeylerden ziyade Allah'ın kendisinden istediği şeyleri önemsemişti" cümlesini okuyunca bugüne kadarki kulluğumu sorgulama ihtiyacı hissettiğim gibi haliyle,hayata bakışıyla,kurbiyetiyle kulluğumu sorgulamama vesile olan insanlar onlar.

Çelişkili mi bunların hepsini birden sevmek,beğenmek,arzulamak?Bazısı çok dünyevi,bazısı uhrevi.Ama böyle hissediyorum işte.Beni en çok şaşırtansa ne kendi,ne giyimi kuşamı,ne evi,ne arabası,ne şehri,ne de yaşam standartları hiç de güzel denemeyecek bazı insanların bunların hepsinin en güzeline sahip olanlardan çok daha mutlu olması.Var çevremde böyle insanlar.İçleriyle dışlarını güzelleştiren insanlar.İşte benim en çok gıpta ettiklerim de onlar.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Son durak Amsterdam


Amsterdam'ın çok güzel bir şehir olduğunu defalarca duymuştum ama söylenenleri fazlasıyla hakettiğini anlamam için görmem gerekiyormuş.Gezdiğimiz onca şehir içinde beni en çok büyüleyeni Amsterdam'dı diyebilirim.Kanalları,su üzerine kurulmuş bir şehir olduğundan eğri büğrü duran eski binaları,"bot ev"leri,sayısı 400'ü geçen taş köprüleri,değirmenleri,çiçek pazarı ve her tarafı istila etmiş bisikletlileriyle her an şaşırtan,her an hayranlık uyandıran bir masallar diyarı gibi Amsterdam.

Tüm bu özelliklerinin yanında "özgürlükler ülkesi" diye adlandırılan Hollanda'nın en özgür şehirlerinden biri Amsterdam.Her şey serbest burada.Uyuşturucu,kumar,fuhuş.Gayet olağan şeylermiş gibi ortada ve rahatlıkla isteyen uyuşturucu alıyor,isteyen kumar oynuyor,isteyen de şehrin en merkezi yerindeki Red Light caddesinde cinsel isteklerine sınırsızca karşılık bulabiliyor.Uyuşturucu,kafelerde,yiyeceklerin,içeceklerin içinde isteyenlere servis ediliyor.Bu kafelerin en ünlüsü Baba Kafe.Aman dikkat,bu kafelerin olduğu sokaklardan geçerken ortamdaki kokudan hafif kafayı bulabilirsiniz.Hele kafelerin kapısından içeri başınızı uzattığınızda uyuşturucu kokusundan nefes almakta bile zorlanıyorsunuz.


Red Light caddesinin genel hali benim blogumun sansüründen geçemediği için orası hakkında fikir verecek sadece bir kaç fotoğraf paylaşabiliyorum.


Cadde boyunca sıralanmış,vitrinlerinde ilgilenenleri cezbetmek için bekleyen canlı çıplak kızların bulunduğu "ev"lerden en ünlüsü Casa Rosso.



Burada özgürlük(!) herkese.


Yol üzerlerinde erkeklerin tuvalet ihtiyacını gidermek için yapılmış,pek de bir şeyi gizleyip saklamayan paravanlardan biri.


Görüldüğü üzere Amsterdam pizzaları pek bir doyurucu.

Hollanda'da kaldığımız iki gün boyunca Amsterdam dışında Marken ve Volendam kasabalarını,Rotterdam'ı ve yerel söyleyişle Den Haag,bizim bildiğimiz ismiyle Lahey'i de dolaşma imkanı bulduk.Bu güne kadar Hollanda'nın başkentini Amsterdam sanan ben başkentin Lahey olduğunu da öğrendim."Böyle düşünmen hiç garip değil,çoğu kişi başkenti Amsterdam zanneder" diyerek beni rahatlattı rehber.Türkiye'ye gelen turistlerin çoğu da İstanbul'u başkent zannediyormuş zaten.


Marken ve Volendam okyanus kıyısında iki balıkçı kasabası.O kadar güzel yerler ki kelimelerle tarif etmem mümkün değil.Zaten Marken,Unesco'nun dünya kültür mirası arasında koruma altındaymış.Hollanda'ya gidenlerin bu iki kasabayı görmeden dönmeleri yazık olur.


Volendam'da iskele kenarındaki sokakta bulunan yol boyunca dizilmiş kafelerde yemek yiyenlerin yediklerine ortak olmak için ellerinden geleni yapan,teklifsizce insanların ellerindeki tabaklara konmaya kadar işi vardıran bu kuşları seyretmeye doyamadım.


Yol üstünde ünlü tahta takunyalar ve Hollanda peyniri üreten bir çiftliğe de konuk olduk.


Fotoğraftaki muzip ve neşeli çiftçi bize takunyaların ve peynirin nasıl yapıldığını uygulamalı olarak anlattı.

,

Başkent Lahey'de ünlü adalet divanını,parlemento binasını ve altın heykeli görmeden geçmek olmaz.

Lahey'e gidenlerin mutlaka görmesi gerekenlerden biri de Hendrik Willem Mesdag'ın müzesindeki panoramik resmi.Yasak olduğu için fotoğraf çekemedik ama şunu diyebilirim ki resmi görenin bir kaç saniye nefesi kesiliyor.Bilginiz olsun...


Rehberimizin bizi en son götürdüğü yer Miniatürk'ün Hollanda versiyonu olan Madurodam.

Rehberle yollarımızı ayırdıktan sonra keyfimizce gezdik.Kanal gezintisi yaptık,avare avare dolaştık,bir de gece halini seyrettik Amsterdam'ın.Çok fotoğraf,çok güzellik var.Ben sadece altına dip not eklemek istediklerimi koydum yukarıya.Daha ne kareler yakaladığımı merak edip görmek isteyenler slideshowa tıklayabilirler.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

İşte geldim burdayım!


En zevkli kısımlar olan gitmeyi ve gezmeyi bitirip en zahmetli ve sıkıcı kısım olan dönüşü gerçekleştirdik bugün.Güzeldi,dinlendiriciydi,neşeliydi.Aynı zamanda bol nemli ve terliydi :) Aslında mantıklı düşünüldüğünde yazın şu sıcağında Mersin'e gitmek akıl karı değil ama evin erkeklerinin yüzme heyecanını dizginlemek mümkün değildi.Şu bir haftanın karı Deniz'in bayağı bayağı yüzme öğrenmiş olması!Bu arada hiç fotoğraf yok.İki hafta önceki gezide 1000 civarında fotoğraf çektikten sonra bu hafta makineyi elime hiiiç alasım gelmedi.Annemin Deniz'in yüzerkenki halini merak ediyorum,mutlaka çek tembihlerine rağmen.Neyse,bu da böyle olsun.Yaz tatilinin ilk bir ayını çok yoğun ve hareketli bir şekilde geçirdikten sonra ikinci ayda Ramazan münasebetiyle derin bir sakinliğe geçeceğimizi umuyorum.İdeal tatil de bu olsa gerek ♥

19 Temmuz 2011 Salı

Yine mi?

Leyleği havada mı gördük bu yaz nedir?Ben daha önceki tatil yazılarını bitirememişken bugün yeniden yola çıkıyoruz.Evin erkekleri denizi görmeden duramadılar.Bir hafta yokuz biz.Görüşürüz :))

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Köln'e kısa bir ziyaret


Lüksemburg'da sabah erkenden kalkıp hazırlanıyoruz.Bugünkü program yoğun.Önce yaklaşık 3 saat süren bir yolculukla Köln'e varıp,orada bir kaç saat dolaştıktan sonra Amsterdam'a gideceğiz.Ama 4 yıldızlı lüks otelimizin,son derece güvenli,bir kapandı mı bir daha otel görevlilerinin bile açamadığı oda kapılarından birinin azizliğine uğrayıp yola ancak uyandıktan 2,5 saat sonra çıkabiliyoruz.Neyse,yolda gördüğümüz fotoğraftakine benzer onlarca Alman köyünün güzelliği bizi gevşetip,sakinleştirmeye yetiyor.Zaten Avrupa'da geçtiğimiz tüm yollar öyle güzel ki.Her yer yeşil,yeşil,yeşil,yeşil.Sürekli,bitmek tükenmek bilmeyen ormanların arasından gidiyoruz.Bir haftalık gezimiz boyunca tek bir toprak parçası görmedik desem inanır mısınız?Ağaç olmayan yerler çiçek,çiçek olmayan yerler çimenle kaplı.


Köln'e varır varmaz Dam Katedrali'ne uğruyoruz.Bu katedralin aynısını daha önce Floransa'da görmüştük.Orada ismi Duomo Katedrali.İkisinin arasındaki tek fark,İtalya'dakinin beyaz,Almanya'dakinin siyah renkte olması.Köln civarındaki kömür madenlerinden uçup gelen kömür tozlarının yapışıp kalmasıyla burası böyle esmer bir hal almış.Ne kadar uğraşsalar da tam olarak temizlemeyi başaramıyorlarmış katedrali.


Katedralin girişi.


Katedralin içi muazzam büyüklükte.Şu ana kadar gördüğüm kiliselerden en büyüğü,tabii Vatikan hariç.





Vitraylara yine hayran hayran bakmaktan kendimi alamıyorum.

Ama itiraf etmeliyim ki kiliselerde fazla durmak beni hemen bunaltıyor.Vatikan'da dolaşırken de aynı şey olmuştu,bir süre sonra boğulacağım sanmış,kendimi dışarı atmıştım.Burada da fazla kalamıyorum.




Katedralin kapısının önü gösteri yapıp para toplayan pandomimcilerle dolu.

Katedralden çıktıktan sonra kalan 2 saatlik vaktimizde hemen katedralin yakınındaki alışveriş yapılabilecek geniş caddeleri dolaşıyoruz.Orada gezerken kendimi İstanbul'daymış gibi hissediyorum.Aynı İstanbul'daki gibi müthiş bir kalabalık,bir hareket...Kafanızı çevirdiğiniz her yerde görebileceğiniz Türk dönercileri,yürürken sık sık kulağınıza çalınan Türkçe konuşmalar da bunda etkili oluyor tabii.Resmen Türkler istila etmiş Köln'ü :)


Caddede dolaşırken Lego'nun mağazası dikkatimi çekiyor.Daha önce hiç Lego mağazası görmediğim için çok ilgimi çekiyor orası.Şu fotoğraftaki benden büyük adamı legolardan yapmışlar,acayip.Biz de daha evde Deniz'le legodan küçük bir araba yapmak için uğraşıp duralım :)

Bu arada kolonyanın Köln'den yani orjinal adıyla Cologne'den geldiğini biliyor muydunuz?Bizim kolonya meğer "Köln suyu" demekmiş.Caddede bir sürü kolonyacı dükkanı ve çok değişik kokularda kolonyalar vardı.


Köln'e kısa ziyaretimiz bitti.Amsterdam yolunda üzerinden geçtiğimiz nehir Ren Nehri.Aslında Fransa'daki Sen Nehri bu,Almanya'ya gelince adı Ren olmuş.


Nehrin üzerinde dileyenleri gezdirmek için gidip gelen teleferiğe bir selam verip yolumuza devam ediyoruz.

Zengin ve sıkıcı Lüksemburg


Lüksemburg.Kendisiyle aynı adı taşıyan tek bir ilden oluşmuş küçük ama zengin ülke.Asgari ücret yaklaşık 1400 euro.AB'nin kasası.Öyle zengin ki,bazı sokakları mermerden yapılmış.Tek bir meydanı var.Yeşil,yemyeşil.Ama sıkıcı.Ne tarihi bir özelliği var,ne de eğlenceli bir yönü.Zamanınız olsa da iki,üç günden fazla kalamazsınız,sıkılırsınız diyor rehberimiz.Zaten burada çalışan insanların çoğu da ya Belçika'da ya Fransa'da ya Almanya'da yaşıyormuş.Evleri çok yakın bu komşu ülkelerde olan insanlar sabah işe gelip akşam tekrar kendi ülkelerine dönüyormuş.O kadar sıkıcı ki 100.000 nüfuslu halkın çoğu 70 yaş üstü diyor rehber.


Fotoğraftaki bina Kraliyet Sarayı.Göstermelik bir saray.İçinde ne kral var ne kraliçe.Tek bir insan bile yaşamıyor.Sarayla alakası olan tek kişi gün boyu sarayın önünde nöbet tutan bir asker.


Sarayın karşısındaki dört sütundan birine yerleştirilen bu insan suratı çok ilginç.Hangi açıdan bakarsanız bakın o da size bakıyor.Yüzünü çeviriyormuş gibi.






Şehirdeki en eski bölgeleri gördükten sonra güzel bir kiliseye götürüyor bizi rehber.


Kilisedeki vitraylar muhteşem.


Rehberin gösterecekleri bitti bile.Bir avuç yer ne de olsa.Şimdi biraz da kendi başımıza aheste aheste sokaklarını dolaşalım Lüksemburg'un.




Aman Allah'ım o da ne,bir manav mı yoksa?Avrupa'da ilk kez manav görüyoruz.Burada da nerdeyse tek tek satılıyor meyve sebze.Nerde bizim manavlar...


Yerde devasa boyutlarda çizilmiş bir resim görüyoruz sokağın ortasında.Ressamı ise poz vermeye pek hevesli :)


Anasınıfı öğrencilerini sokağın ortasına oturtmuş ders yapıyor öğretmenleri.



Vitrinlerdeki güzelliklerden seçmeler.


Bu fotoğraftakiler sabun.Dükkanda daha ne orjinal banyo ürünleri vardı ama dükkan sahibinin gözü üzerimdeyken fotoğraflarını çekmeye utandım.


Lüksemburg'a veda etmeden ünlü badem ezmelerinden,marzipanlardan almayı ihmal etmiyoruz.Şimdi doğru otele.Yarın sabah istikamet Köln.

17 Temmuz 2011 Pazar

Paris III. gün, DİSNEYLAND'da




Ne diyebilirim ki Disneyland için?Bir rüya,bir masal diyarı.Alan çok çok büyük,nerdeyse bir ilçe,küçük bir şehir büyüklüğünde.Bir günde her köşesini gezip görmek,her aktiviteye katılmak imkansız.




Girişte 45 euro civarında bir para verip bilet alıyorsunuz ve o biletle tüm gün istediğiniz her yere,istediğiniz kadar girebiliyorsunuz.Çeşit çeşit bölümlere ayrılmış Disneyland.Bir taraf masalların dünyasına götürüyor sizi,bir taraf kendinizi bir Western filmindeymiş gibi hissettiriyor,bir tarafta karşınıza çıkanlar adrenalinizi had safhaya yükseltiyor...


Her şey çok büyüleyici,çok eğlenceli de bir oyuncağa binebilmek için bazen saatlerce sıra beklemek zorunda kalmak işin en sıkıcı yanı.Neyse ki elinizdeki biletle istediğiniz bölümden önceden randevu alabiliyorsunuz da randevu saati gelene kadar başka yerlerde vakit geçirerek zamanınızı boşa harcamamış oluyorsunuz.



Disneyland'ın içinde oyun bölümlerinin dışında sayısız mağaza ve restoran var.Ünlü Disney karakterleri gün boyu zaman zaman ana caddede geçit töreni yapıyorlar.Bunların en görkemlisi saat 6'da.O saat yaklaşırken insanlar caddenin kaldırımlarına oturarak beklemeye başladılar bile.Tören başladığında toplanmış insan kalabalığını tarif edebilmem zor.






Bambaşka,sürprizlerle dolu bir harikalar diyarıydı Disneyland.Ve "Keşke Deniz de yanımızda olsaydı" cümlesini bize en çok kurdurtan yer oldu aynı zamanda.



Çocukların çok mutlu olacağı ama büyüklerin de çocuklar gibi eğleneceği bir yer.Çok matrak fotoğraflar çektik o gün ama buraya koyamıyorum.Malum,aile mahremiyeti :))


Bu gün Paris'teki son günümüzdü.Yarın yolculuk Lüksemburg'a.Ben yine de gitmeden demek istiyorum ki,I love Paris.


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails