Dün gece televizyonda New York'ta Beş Minare filmine rastgeldim. Şuna benzer bir cümle geçiyordu filmin sonlarına doğru:
"Doğarken bize ezan okunur ama namazımız kılınmaz, ölürken de namazımız kılınır ama ezan okunmaz. Niye bilir misiniz? Doğarken okunan ezan ölürken kılınan namazın ezanıdır. İşte hayat bu kadar kısa."
Ne güzel, ne ilginç...
Ağladım durdum gece boyu. Hem filme, hem dedeme. Canım dedeme, bir taneme.
Güzelim benim, bebeğim...
Yaşlı, hasta, yorgun...
Kimin ne zaman gideceği bilinmez tabii ama "Dur!" diyesim var Azrail'e, "Sakın dedemi götürme!". Dedeme yalvarasım var, "Sakın beni bırakıp bir yerlere gitme!" diye. "Çok üzülürüm ben sensiz, çiçeğimsin sen benim, canımın içisin." Kâr eder mi?
Hiç bir zaman kitaplardaki gibi kucağına oturtup masallar anlatan bir dede olmadı ya da cebinde torunlarına şekerler saklayan bir dede. Yine de -diğer torunları adına konuşamam elbette ama- ben onun her zaman beni çok sevdiğini bildim. Çok konuşmaz, duygularını açıkça belli etmez, edemez çünkü ama beni görünce gözlerinin ışımasından, bana sarılışından bildim. Benim ona sarılmamı beklemesinden bildim. Özellikle de son yıllarda daha çok bekler oldu.
Allah'ım ben ondan her şeyiyle razıyım ve onu çok seviyorum. Sen de ondan razı ol ve onu çok sev.
Allah'ım ben ondan her şeyiyle razıyım ve onu çok seviyorum. Sen de ondan razı ol ve onu çok sev.
Çocukken hep dua ederdim, Allah'ım beni sevdiklerimin hepsinden önce öldür diye. Bazen büyümek bir şey değiştirmiyor demek ki.
Deniz de dün anneannesine, "Suzan ben senin yaşına geldiğimde sen ölme olur mu, ben seni çok seviyorum." demiş. Kuzu...
Bazı günler dışardaki pırıl pırıl güneşe rağmen insanın içi hüzünle dolu olabiliyor.
Bugün de öyle bir gün.