7 Ekim 2013 Pazartesi

Bizim antolojiden seçmeler



Bu benim şiirim:

Yaz biter, kış gelir, Deniz hep böyle.
Yağmur yağar, rüzgar titretir, Deniz hep böyle.
Her daim dizinde yaralar, parçalanmış ayakkabılar.
Ne gam,
Deniz gece gündüz hep böyle.
Top de sen yeter ki Deniz'e.


Bu da Deniz'in şiiri (Not: Noktalama işaretleri şairin eserinden aynen aktarılmıştır) :

Hayatım çok güzel,
Çook güzeel çok güzel!
Yaşamım çok güzel,
Bu yaşam çok güzel.

Aşağıda maç yaparım
Aşağıda çok eğlenirim.
Sonra aşağıdan ağlayarak gelirim.
Çünkü her tarafım kan içindedir
Hayatım çok güzeldir.



3 Ekim 2013 Perşembe

Cırcır böceği etkisi


Bir gece. Uyumaya çalışıyorum. Sıcak geliyor hava. Uyuyamıyorum. Aksine Bülent üşüyor. O yüzden yatak odasının penceresini açamıyorum. Alıyorum yastığımı, oturma odasındaki kanepenin yolunu tutuyorum. Önce pencereyi açıyorum. Oh, serin hava doluyor içeriye. Aynı anda müthiş de bir gürültü. Yakınlarda bir sokakta, içini zibidilerin mesken ettiği bir otomobilden geldiğini tahmin ettiğim bangır bangır bir müzik. O seste uyumam mümkün değil ama sıcakta uyumam da mümkün değil. En azından biraz serinleyene kadar sabredeceğim. Gecenin bir vakti, ses aslında olduğundan 10 kat şiddetli geliyor. İşitme dışındaki duyuların hemen hemen işlevsizleştiği o anda kulaklarım nerdeyse isyan edecek raddede. 

Birden müzik kesiliveriyor. O gürültünün ardından şehir eskisinden de sessiz gibi. Yo hayır, sese duyarlılığımın arttığı o halde farkediyorum ki sessiz falan değil, aksine müthiş bir konser var dışarda. Konseri veren büyük bir cırcır böceği korosu. Var güçleriyle çalıyor, söylüyorlar. Çıkardıkları sesin şiddeti deminki zibidilerin müziğini nasıl bastıramamış, hayret. En son ne zaman bu koronun bu denli coşkuyla sanatlarını icra edişlerine şahit oldum ben? 

Hatırlıyorum, köyde.
Ta küçük bir ilkokul çocuğuyken gittiğim rahmetli nenemlerin köyünde. O, medeniyetten çok uzak, elektriğin bile olmadığı, dağların arasında handiyse unutulmuş, sadece bir kaç hanenin bulunduğu o orman köyünde. Bir yaz tatili amcam götürmüştü beni köye, bekardı henüz, hatta o da öğrenciydi herhalde. Bir yere kadar arabayla (Nasıl bir araba? Hatırlamıyorum.) gitmiştik, sonra yol bitmişti. Ordan sonrasında ben yorulmayayım diye bir eşek bulmuştu amcam (Nasıl?). Eşeğe ilk binişimdi ve de son. Bir zordu ki eşeğe binmek. Hiç öyle dışardan göründüğü gibi değil. Köye girerken Felak'la Nas oku demişti bana amcam. Hatırlıyorum hoşuma gitmişti öyle demesi, nazar değmesine layık görülen biri olmak gururumu okşamıştı. 

Nenemlerin evi. Evin girişine oda denemez, üç tarafı duvar, önü tamamen açık, ağaçlar içindeki köyü seyreden bir yer. Yerlerde minderler, tüm gün orada oturuluyor. Ayrıca uyumak için bir oda, mutfak olarak kullanılan bir oda daha. Hepsi bu. Mutfak dediysem ne tüp var, ne lavabo. Duvarda bir girintide odunla ateş yakılıyor, yemek o ateşte pişiriliyor. Öyle çok değil, bir kaç kap kacak var sadece. Bulaşık evin dışında akan gürül gürül suda yıkanıyor. Çok ilkel geliyor kulağa değil mi? Gerçekten de öyle. Ama güzelliği de orda işte.

En başta elektrik olmaması büyülemişti beni. Karanlıkta oturmak, ay ışığıyla aydınlanmak, trilyon tane yıldızı kucaklayabilecekmişsin gibi hissetmek, televizyon sesinin olmaması... Beni bilenler bilir, şu yaşımda hala hoşlanmam ışıktan, hele de tepemde yanan, gözüme dolan ışıktan. Mesela, halamların köyü nenemlerinkine yakındı, orası daha gelişmiş, büyük bir köydü ve elektrik vardı. Nenemlerdeyken bir kere oraya götürdüler beni, hiç sevmedim. Sırf o çiğ floresan ışığından dolayı. Kendi köyümüze gidelim diye direttiğimi hatırlıyorum.

Bu ilk ve tek köy ziyaretimi hep güzellikle hatırlamamda beni orda acayip nazlamış olmalarının da etkisi olduğunu yadsıyamam elbette. Herkes elinden geldiğince benle ilgilenmiş, değer vermişti. Çok şımarık bir çocuk değildim ama orda kendimce bayağı şımardığımı hatırlıyorum. Bir keresinde sırf ilgiyi üzerime çekmek için, köyde dolaşırken "Yılan gördüüüm" diye haykıra haykıra eve koşmuştum. Yılan falan görmemiştim tabii. Ama palavram inandırıcı olsun diye ağlamıştım bile, çok korkmuşum ayağına. Yutmuşlar mıydı bilmem.

 Bana bulgur elemeyi öğretmişlerdi. Dağlardan ince ağaç dallarını ( Bir şey deniyordu ona, neydi ki?) sırtıma yükleyip taşırdım nenemlerle beraber. Süt sağardım, aslında sanırım süt sağacağım diye hayvancağızın canını çıkarırdım. Yayık ile tereyağ yapmak için bir sabah daha gün doğmadan kalktığımı hatırlıyorum. Çok zordu ama tereyağ yapmak, kollarım hemen yorulmuştu ve de çok uykum vardı.

Banyomu evin önünden akan o bahsettiğim suda yaptırırlardı, kurutulmuş kabakları ( Onların da bir adı vardı, hatırlayamıyorum.) tas niyetine kullanarak. Öyle çeşit çeşit yemekler yoktu. Her gün kömbe yapardı nenem. O odun ateşinde nasıl lezzetli olurdu. Bulgur pilavı yaparlardı sık sık, sabah yaptıkları tereyağından yakarlardı üzerine, salata misler gibi kokardı, nerde şimdi o salatalar. Ne kadar lezzetli olsa da ayranı içmezdim, içine kesin yoğurdun kaymağı kaçmış olurdu çünkü. 

Öyle çok boş kalmazdım gerçi, illa ki ilgimi çekecek bir şeyler olurdu etrafta ama boş kaldığım nadir zamanlarda içeri, odaya girer, yüklükteki yatakların üstüne tırmanır, orda kitap okurdum. Bir yandan da evde olsam yüzüne dahi bakmayacağım, halamların köyündeki bakkaldan alınmış uyduruk şekerlerden indirirdim mideye. Ve bir hayal kurardım sürekli, eve döndüğümde babam arabayı değiştirmiş, kırmızı spor bir araba almış olurdu hayalimde. Niye böyleydi hayalim bilmem, öyle kırmızı spor araba hayranlığım da, merakım da olmamıştı hiç bir zaman ama o hayal öyleydi işte. Kendiliğinden oluşan bir hayaldi, iradem dışı. Tabii Maraş'a döndüğümde kırmızı spor araba falan yoktu hiç bir yerde :)

 Ben bunları düşünürken birden farkettim ki odanın içi buz gibi olmuş, bayağı üşümüşüm hatta, cırcır böcekleri de susmuş. Yastığımı kolumun altına alıp döndüm yatağıma, oturma odasında uyku tutmayacaktı beni belli ki. Uyumadan önce nenemle dedeme bir Fatiha okumayı unutmadım ama.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Hal ve gidiş




Lütfen yazıyı okumaya başlamadan videoya bir tıkla. Ben türkü sevmem de dinlemem de. Ama bu öyle güzel, öyle güzel ki...


Hiç bir şey yapmadan geçip gidiyor günler sanki.
 Ya da şöyle diyeyim, asgaride yapılması gerekenleri yaparak geçiriyorum günlerimi.
İşte ne bileyim, yemek yiyorum, uyuyorum, okula gidiyorum, banyo yapıyorum, eve günlük bir öğün yemek hazırlıyorum, Deniz'e ödevini yaptın mı diye soruyorum, uyku saatinde Deniz'e bir kaç sayfa kitap okuyorum, sonra yanına kıvrılıveriyorum falan filan. 
Zevk almadığım bir şey yapmıyorum ama zevk aldığım şeyleri de yapmıyorum. 
Ot gibi yaşamak böyle mi oluyor acaba? 
Ha, zaruri olmadığı halde yaptığım tek şey kitap okumak. 
Bol bol okuyorum.
 Çünkü farklı bir şeye zaman harcamıyorum. 
Televizyonda sadece maçları ve spor programlarını izliyorum.
 Haftada bir maç olmasını protesto ediyorum, haftada üçe dayanamasalar da en az iki kez yapılmalı bu maçlar diyorum.
 Bu arada Galatasaray'daki işler de acayip moralimi bozuyor. 
En çok Erman Toroğlu'nun söylediklerini gerçekçi buluyorum.
O da konuşurken çok bağırıyor ama.
Serhat Ulueren'i bir yerde yakalayıp "Kes o sakalları" diye sıkıştırasım geliyor bazı bazı.
Dizilerden, yarışmalardan falan hiç hoşlanmıyorum.
Haber programları canımı sıkıyor.
Gazeteler gibi.
Kimisi doğru haber verdiği ve doğru haberler çok acı olduğu için, kimileri de doğruların üstünü kapatıp yükseklerden gelen emre göre haber yaptığı için canımı sıkıyor.
Geriye kalıyor sadece spor programları.
O yüzden izliyorum, izliyorum sonra da evde "İmparator Fatiiih Teriiiim" diye şarkılar söylerken buluyorum kendimi.

İşte böyle.
Gelirim yine ben.


Üff, Galatasaray harbiden canımı sıkıyor benim.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails