31 Aralık 2014 Çarşamba

Yeni yılda gerçek olsun hayalleriniz!


Yeni yıla girerken en büyük hayali kar!
Beş dakikada bir pencereye koşuyor sokak lambalarının altında savrulan kar tanelerini görmek umuduyla.
Şu ana kadar buz gibi soğukla birlikte serpilen yağmurdan başka bir şey göremedi.
Ama umudunu yitirmiyor.
Daha 31 Aralık gecesine çok saat var nasıl olsa diye.
Yağmayacakmış buralara demiyorum ben de.
Umudu kırılmasın.
Hem meteoroloji ne derse desin yağar belki.
 Belli mi olur?
Küçük bir çocuğun duasıyla.


Benim yeni yıla girerken hislerimse Sartre'nin Akıl Çağı'nda söylediklerine birebir uyuyor:

"Geçmiş günleri mi özlüyorsun?"
Marcelle kuru bir sesle, "Hayır" dedi. 
"O günleri değil. Yalnızca o günlerde hayalini kurduğum yaşamı özlüyorum."

26 Aralık 2014 Cuma

Ne çok okuyor bu çocuk, gözlerini bozacak sonunda!!! (8-9-10 yaş kitaplarımız)


Deniz doğduğundan beri onunla ilgili kurduğum değişmez hayalim, okumaya düşkün biri olmasıydı. Daha minicik bebekken başladım başucunda ona kitap okumaya. 10 yaşına yaklaştı hala devam aynı düzene. Televizyon yok zaten benim hayatımda, futbol dışında. O yüzden işim olmadığı anlarda beni hep elimde kitabımla gördü (ne yazık ki son yıllarda bir de telefonumla). Evin her köşesinde kitaplar çarptı gözüne. Babası eline roman alıp okuyan bir insan olmasa da onun da çevresi hep kitaplarla dolu, daha bilimsel olanlarla. Çok şükür tüm bunların semeresini gördük, Deniz de "Hadi oğlum yeter, bırak artık o kitabı elinden" sözünü her gün işiten bir çocuk oldu. Üstelik çok hareketli, çok oyunsever bir çocuk olmasına rağmen. Devamı gelir umarım. 

Daha önce de defalarca yazdığım Pıtırcıklar, hala ve de hala Deniz'in gözdelerinden. Tam sayısını bilmiyorum ama sanırım 15 civarında Pıtırcık kitabını en az beşer kez okumuştur. Oğlum artık daha farklı kitaplar oku derim, tamam anne der ama birkaç gün sonra bakarım elinde yine bir Pıtırcık! Yoksa siz hala tanışmadınız mı Pıtırcık'la?

Roald Dahl kitapları da favorilerinden. Zaten Roald Dahl ve Pıtırcık sayesinde Can Yayınları sempatizanı oldu çıktı kendisi. Kitapçıya gidince, "Diğer kitaplardan almayalım, kalpli beyaz kitaplardan alalım." diyor.

Saftirik ve Bastıbacak serileri de yine her kitapçı turunda kitaplığına bir yenisini daha ekleyip, defalarca okuduklarından. Ben çok hoşlanmıyorum onlardan ama o seviyor, ne yapalım, sonuçta kitap onun, zevk onun.

Ahmet Ümit'in çocuklar için kitap yazdığını bilmiyordum ben. O yüzden bir gün kitapçıda Olmayan Ülke ile karşılaştığımızda çok şaşırdım ve çok sevindim. O günlerde ben de Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'ni okuyordum. "Bunu da sana alalım Deniz, aynı yazarın kitabını okuruz aynı anda." dedim, tamam dedi. İyi ki de almışız, ben okumadım, yorum yapamayacağım ama Deniz çok severek okudu. Bir de Masal Masal İçinde'si varmış Ümit'in, gözümüz onda artık.

Tarık Uslu'nun Şu Acayip serisi de Deniz'in kendi keşfettiklerinden. Tüm kitaplarını alıp merakla okudu. Hem okusun hem de bir şeyler öğrensin diyenlere...

Bizim okulun kütüphanesinde bulup Deniz'e getirdiğim, benim okuduğum, onun dinlediği (iyi ki öyle yapmışız, Deniz için biraz zor bir kitap çünkü) Sait Faik'in Seçme Hikayeler'inin tadına Deniz'i bilmiyorum ama ben doyamadım. Hikayeler ilköğretim öğrencileri için seçilmiş arka kapakta dediğine göre. İlköğretimin orta kademesine uyar bence ancak. Ama siz de bizim gibi yapıp, kitabı çocuğunuzla beraber okuyup, hem kendinizi hem çocuğunuzu mutlu edebilirsiniz.

Benim Deniz'e okuduğum kitaplardan bahsetmişken Şeker Portakalı'yla Güneşi Uyandıralım'dan bahsetmeden olmaz. Çok uzun yıllar önce okumuştum ben onları. Zeze'yi asla unutamasam da çoğu yerini unutmuşum kitapların. O yüzden çok zevk aldım onları Deniz'e okurken. Yalnız Deniz ne kadar zevk aldı onu bilemeyeceğim. Okurken sürekli boğazı düğümlenen, sesi çatallanan, biraz sonra da artık kendini tutamaz olup hüngür hüngür ağlamaya başlayan birinden kitap dinlemek ne kadar zevkli olabilir ki? "Anneeee, hıçkırıklarından en son ne okuduğunu hiç anlamadım, bi daa okuuuu."

Ah bir de Momo var tabii. Nasıl güzel bir kitap o. Çocuğunuz varsa mutlaka okuyun ona. Yoksa da kendinizi mahrum etmeyin bu güzellikten lütfen.

Bir de çok özel kitapları var Deniz'in. Alkım'ın hediyesi Timmy Fiyasko gibi. "Bak Yaşar Utku, bu Alkım ablamın hediyesi, hem de kendi çevirmiş kitabı. Kitap çevirmek ne demek biliyor musun? Yani kitap aslında İngilizce'ymiş, Alkım ablam onu okuyup, tekrar Türkçe olarak yazmış." Günlerce koltuğunun altında Timmy Fiyasko, arkadaşlarını aydınlattı durdu benim bebeğim.



22 Aralık 2014 Pazartesi

Bir Kız Bir Oğlan

Roman okur gibi okumak gelir bazı blogları içimden. Blog-kitap diyorum ben onlara. Şöyle sıkıldıkça ya da boş vakit buldukça sayfalarını çevirir gibi, ama terse çevirir gibi, en sondan başlayıp ta ilk yazıya kadar her yazılanı okumak isterim onlardan birini keşfedince. İyi yazılmış yazılardan fazlası olur o bloglarda. Karakterleri tanırsınız, benimsersiniz, merak edersiniz. Yıllar var ki öyle bir blogla karşılaşmamıştım. Nihayet geçen hafta buldum bir tane: Bir Kız Bir Oğlan. Tavsiye ederim. Çok keyifli.

4 Aralık 2014 Perşembe

Güngün!!!


Bu harika şarkıyla güne başlamalı bence. Bir zamanlar Deniz'i hep bu şarkıyla uyandırırdım: Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim... Unutuldu zamanla tabii. Birbirimizi sabahları "güngün" diye selamlıyoruz yıllardır. Hiç vazgeçmez Deniz bu mini törenden. Daha yatağın içinde, gözlerini bile açamamışken ilk önce "güngün" der. Geçenlerde radyoda rastlayınca yine kalbimi titretti şarkı, yine tedavüle sokmalıyız dedim Deniz'e. O zamanlar çok küçük olmasına rağmen Deniz de hatırladı şarkıyı, ilginç. Arabanın içini son ses, günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim diye inlettik. Araba, birileri rahatsız olur mu diye endişelenmeden, çocuğunla beraber bağıra çağıra şarkı söylemek için harika bir mekan zaten.

Sabah şarkımızı da dinlediğimize göre ben gidebilirim. 
Gitmeden önce iki nar çiçeğimi takdim edeyim size:






3 Aralık 2014 Çarşamba

En nadide hatıralarım koleksiyonumdan


Andy Warhol ne de doğru söylemiş, "Bir gün herkes 15 dakikalığına şöhret olacak." derken. Ben bile olduysam... Gerçi "şöhret" kelimesi benim için pek iddialı ve uygunsuz oldu ya neyse, bozmayalım şimdi Andy abimizi.

Lafı evirip çevirmeyi bırakıp konuya gelelim. Konu ne? Bir TRT belgeseline, Eksik Parça'ya konuk olmam. Blogu açarken biri bana, gün gelip bu blog sayesinde bunları yaşayacağımı söylese hadi canım ordan der, geçerdim. Ama yaşadım işte. Alkım'dan, belgeselden bahseden, benimle çekim yapmak isteyebileceklerini söyleyen, fikrimi soran ilk maili aldığımda, çok heyecanlandım işin doğrusu. Olsun mu olmasın mı düşünceleri içinde gidip gelirken, annemle eşimin, "Neden olmasın ki, ne kadar güzel bir anı olur ilerde" telkinlerine daha fazla dayanamadım. İyi ki de dayanamamışım.


Çok güzel duygular yaşadım çekimlerin sürdüğü üç gün boyunca. Bunlardan en güzeli de belki, yıllardır yazılarıyla sevdiğim, yazılarıyla kendime yakın hissettiğim, yazılarıyla benzer frekanslarda insanlar olduğumuzu bildiğim Alkım'la karşılaşmak oldu. Gerçi o kendini yazılarında zaten o kadar sahici koymuş ki ortaya, yüz yüze gelince de blogunu okuyor gibiydim. Blogundan çıkarsadığım Alkım neyse, karşımda da o vardı. Duyarlı, naif, zarif, derinlikli, sürprizli...


Üç gün boyunca neler çektiler, neler anlattım onlara, zaten belgesel yayınlanınca ortaya çıkacak. Orasını ben de bilmiyorum. Ama artık bir çekimin kamera arkası nasıl olurmuş, onu biliyorum işte. Ne emeklerle, ufacık detaylar için ne çok uğraşarak ve ne çok eğlenerek. Bu eğlence kısmı her çekimde oluyor mu onu bilmiyorum ama Maraş'a gelen bu harika çekim ekibiyle olduğuna garanti verebilirim.


Beni en çok etkileyen bu insanlar oldu işte. Enerjileriyle, birikimleriyle, samimiyetleriyle, incelikleriyle... Onları tanımış olmanın mutluluğu böyle bir çekim hikayesinde yer almanın mutluluğunun bile önüne geçti dersem ne demek istediğim anlaşılır herhalde.


 Diyeceğim o ki sevdim ben bu insanları, Alev Hanım'ı, Birsen Hanım'ı, Zafer Bey'i, Şener Bey'i, Ahmet Bey'i. Rahatlamam için çekim arasında masaj bile yapıyorlar, daha ne olsun, gel de sevme kolaysa. Bir de acayip motive ediyorlar insanı yahu, çekim esnasında müthiş, harika, süper, çok çok iyi oldu sözcükleri havada uçuşuyor. E tabii, bu kadar iltifat karşısında, kamera karşısındaki titrek kedi kıvamındaki kişi de kendini süperstar gibi hissetmeye başlıyor. 


Bir de hepimiz için sürprizli kısmı vardı çekimin: Annem!  Bana "unutamayacağın bir anın olur" derken kendinin de unutamayacağı bir anısı oldu sanırım. 

"En nadide hatıralarım" koleksiyonu yapsaydım başköşede yerini alacak üç gün. Ne diyeyim, rüzgar gibi geçti...


29 Kasım 2014 Cumartesi

Telefon yoksa dvd verelim, bonus olarak da bir ballı kuzu



Dün gece telefonum bozuldu. Birdenbire, apansız. İçindeki her şey de uçtu gitti. Rehberdeki numaralar, fotoğraflar, videolar. Telefon servise gitti. Belki o düzelir gelir ama içindekilerin dönüşü yok sanırım. Allahtan fotoğrafları geçenlerde bilgisayara atmıştım, ondan sonra çektiğim birkaç fotoğraf da gitsin artık, ne yapayım. Numaraların çoğunu da zaman içinde tekrar bulur buluştururum nasıl olsa diye kafamı çok takmıyordum. Derken bir anda hatırladım ki, ben telefonumu not defteri olarak da kullanıyordum. Mesela tüm banka, internet vs şifrelerim telefonumdaydı. Ve artık yoklar. Aklımda kalanları hemen yazdım bir kenara ama aklımda kalmayanların sayısı daha fazla ne yazık ki. Ve en kötüsü, yıllardır okuduğum kitaplardan hoşuma giden kısımları yazmıştım .Böyle yüzlerce not birikmişti telefonda. Güya bir geniş zamanda onları kağıda geçecektim. Ah Özlem ah. 

Gidenlerin ardından bir bardak su içmekten başka elimden bir şey gelmeyeceğini anlayınca yaşadığım hüsran dolu duygulardan kurtulmak için Aamir Khan'ın Taare Zameen Par'ını izledim ben de. Film iyi, hoş da iki saat kırk dakika boyu ağlamaktan gözümde yaş kalmadı. Daha önce 3 İdiots'u izlerken de aynısı olmuştu. Hep ağlamalı film yapıyor Khan demek ki. Gerçi sadece ağlatmıyor, aynı zamanda öyle hoş duygular uyandırıyor ki insanın içinde, bozulan telefonu unutturup, filmdeki sahnelerin, sözlerin bıraktığı derin izlerin arasında hoş bir uykuya bile geçirtiyor. 

Temelinde Ölü Ozanlar Derneği'yle aynı mesajları taşıyan ama bunları bize başka türlü bakan, başka türlü gören bir çocuk olan Ishaan ile ulaştıran, harika görsellerle dolu olmasıyla da Ölü Ozanlar Derneği'ni sollayan bir film Taare Zameen Par, yani Yeryüzündeki Minik Yıldızlar. Ishaan disleksi, yani bir çeşit öğrenme bozukluğu var. Ancak, film çocuğunda disleksi olsun olmasın tüm anne babaların kafasında soru işaretleri uyandıracak türden. Tıpkı bende olduğu gibi: Oğlumun çocuk olduğunun ne kadar farkındayım? Oğlumun dünyasının nasıl olabileceğini hiç durup düşünüyor muyum? Aklından geçenler, kafasını meşgul edenler, dünyayı görüşü, hayalleri, heyecanlandıkları neler? Ne kadarının gerçekten ayırdına varıyorum? Şunu yap, şunu bitir, acele et, çabuk ol, hadi hadi hadi deyip dururken, aslında sadece doğruları yapmaya, kuralları uygulamaya, ona hayatı öğretmeye çalışmaktan başka hiçbir amacım da yokken, onun gözünden bakınca nasıl görünüyorum acaba? İşte böyle daha nice soru aklımda. Film bitince insanın içinden gelen ilk istek, çoktan uykunun sıcak kıvrımları arasında kaybolmuş yavrusunu doya doya öpüp koklamak oluyor. Daha çok sevmeliyim onu diyor sonra. Ondan sonra da, yo diyor, daha fazla sevemem ki, salt sevgiyim ona karşı zaten. Ancak, sevgimi daha çok gösterebilirim, daha çok zamanı paylaşabilirim. Ve mutlaka yapmalıyım da.

E, iyi ki telefon bozulmuş o zaman. Zaten ne çok boşa vakit harcıyordum onla.

20 Kasım 2014 Perşembe

gittim, geldim


Resimli Günlük bu ay 5. yılını doldurdu. İnsan ömrüyle 5 yaşında küçücük bir çocuk aslında daha o. O halde ben de biri 9, diğeri 5 yaşında iki çocuk annesi mi oluyorum? İkinci çocuğunu aylardır ihmal etmiş, ihmal etmek ne kelime, aylardır dönüp yüzüne bile bakmamış gaddar anne! Evladını terk edip gitmek nasıl bir duygu tabii ki bilmiyorum ama herhalde akıllarından hiç çıkaramıyorlardır çocuklarını o insanlar. Bir blog-evlat bile benim aklımdan hiç çıkmadığına göre.

Dönmek-dönmemek, yazmak-yazmamak, son aylarımın ikilemi oldu hep. Bu duyguyu ara veren, hatta bitti artık diye resti çekip giden birçok blog yazarı anlar eminim. Bir yanın hep yazmak ister, bir yanın yok, artık olmuyor der. Artık hangi taraf ağır basarsa...

Resimli Günlük benim en iyi arkadaşım, tıpkı Deniz gibi. Deniz'le de hemen her şeyi paylaşırım, konuşurum ben. Doğru mu yapıyorum, yanlış mı bilmiyorum ama küçüklüğünden beri böyle bizim ilişkimiz. Tabii onun anlayacağı dille, seviyesine inerek ama her zaman karşımda büyük bir insan varmış gibi. Resimli Günlük de her şeyimi paylaşabildiğim, ona içimi hiç çekinmeden açabildiğim, beni her zaman dinlemeye hazır arkadaşım. Eh, iyi arkadaşlara o kadar kolay sırt çevrilemiyor işte. Çevirince de hep bir sızı kalıyor içinde.

Başta her şey daha iyiydi tabii, yani sadece blog, ben ve beni şahsen tanımayan ziyaretçilerimiz varken. Bizbizeydik işte, anlıyorsunuzdur. Sonra, çevremdeki insanlar bir şekilde öğrendi bu birlikteliği ve sonra daha da çok insan... İki iyi arkadaş, bir köşeye çekilip fısır fısır konuşup dertleşirken, dışardan birilerinin konuştuklarını duyması nasıl bir hisse, o hisleri yaşamaya başladım o günden sonra. Artık hep birilerinin dinlediğini bilerek konuşmaya başladım. Aslında çevremden kimse buraları bilmese de aynı şeyleri yazacaktım belki ama bildiklerini biliyor olmam bile o samimiyeti azalttı gibi geldi bana hep.

Bu hislerimi anneme anlattığımda, "Daha çok kişi okusun, bilsin, takip etsin, ne güzel işte; diğer bloglar daha fazla okunmak, takip edilmek için neler yapıyorlar, sen de okuyorlar diye sızlanıyorsun." dedi. İyi de, benim derdim hiçbir zaman takipçi sayısı, okunma sayısı olmadı ki. Ne 5 yıl önce, ne de bugün. Ben burayı sadece anlatmak için açmıştım, okunmak ikinci plandaydı hep. Okunmak, okunmaya değer bulunmak çok mutluluk verici tabii, yorum almak verdiğin sese yankı bulmak gibi. Burada oturup kendi kendine konuşur gibi olmaktan çok daha anlamlı. Ama içini samimiyetle ortaya dökebilmek, aman bu ne der, şu ne düşünür hesabı yapmadan anlatabilmek hepsinden daha önemli bence.

Böyle bakınca çekip gitmem gerekiyordu tabii buradan. Ama gidemedim. Ne olursa olsun yazma dürtüsü galip geldi. Burayı olduğu gibi bıraksam, kendime ayrı bir blog açsam, bu sefer kimselere haber vermeden orada yazsam diye düşündüm epey. Kıyamadım. Beş yıllık yaşanmışlıkları bir kenara atmaya kıyamadım. Vefalı dostumu sonsuza kadar yüzüstü bırakmaya kıyamadım. Burası çok şey barındırıyordu benden yana, gerçek dünyada ortaya koymadığım pek çok şey. Kıyamadım... 

Aman dedim sonunda, aman, neyse ne yani. Burası benim blogum! Artık burdayım!

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Sensiz 1 yıl . . .


Canım benim,
Bir yıl oldu sen gideli.
Gittiğine hala inanamasam da...
Boş laflar, süslü sözler derdinde değilim.
Tek şey var söyleyebileceğim sana, ben seni hala çok çok özlüyorum.
Şu geçen bir yılda seni anmadığım, aklımdan geçmediğin, özlemle kalbimin sızlamadığı tek bir gün olmadı.
Anneannem verdi bu yakışıklı fotoğrafını.
Bu güne kadar kim bilir kaç defa çıkardım çekmeceden, kaç defa okşadım saçlarını, yanaklarını, kaç defa öptüm alnını, kaç defa yandı yeniden içim.
Fotoğrafa da gerek yok aslında, yüzün gözlerimin önünden hiç gitmiyor ki.
Beni görünce ışıldayan bakışların, ağır ağır yürüyüşün, sessiz sessiz oturuşun...
Çok özlüyorum ben ya, gerçekten çok.
Hislerimi kelimelere dökemiyorum biliyorum, gözyaşlarıyla kelimeleri seçemez olduğum şu anda kimse anlayamaz eminim yüreğimden geçenleri, kimse anlayamaz seni ne kadar sevdiğimi.
Canım dedem.
Güzel dedem.
Kuzum benim.
Bir taneciğim.
İnsan bu kadar sevdiği birini nasıl toprağın altına bırakıp evine dönebiliyor,
 hala anlayamıyorum biliyor musun?
İyisindir umarım orada, rahatsındır. Rabbim şefkatiyle muamele etmiştir inşallah sana. 
Ben şahidim Rabbim dedemin iyiliğine, yalvarırım onu kabir azabından, cehennem ateşinden muhafaza eyle. Ondan razı ol. Onu cennetine al. Onu sevdiğin kulların arasına kat.
Canım benim, canım...
Ben şimdi gidiyorum, ama dualarım hep seninle.




22 Haziran 2014 Pazar

Kramer vs Kramer


Bizimkiler yoldalar, geliyorlar. Giderlerken dört gün çok uzun bir süreymiş gibi geliyordu. Şimdiyse ne çabuk geçtiğine şaşıyorum. Yalnız takılmanın tadını fena aldım ama. Arada bir yolunu bulup babayla oğulu yollamalı yeniden ;)

Aslında pek de yalnız kaldım sayılmaz, onlar gitti, ertesi gün kardeşim geldi Maraş'a. Çoğunlukla annemlerdeydim o yüzden. Sadece akşamları eve geliyordum. Gerçi onlar gitme, burda yat diye bayağı ısrar ettiler ama, yok dedim, yalnızlığımın da tadını çıkarmam gerek.

Bugün sabah üniversite sınavındaydım. Öğleden sonra da annemlerin başka planları olunca evde kaldım. Bir işim de yok, bari film izleyeyim dedim. Ne izlesem diye aranırken aklıma yıllardan beri hep övgüsünü duyduğum ama bir türlü izlemeye fırsat bulamadığım bir film geldi: Kramer Kramer'e Karşı. Ne iyi etmişim de izlemişim. Nasıl güzel filmmiş. Nasıl bir oyunculuktur Dustin Hoffman'la Meryl Streep'inki? Su gibi oynuyorlar, başka bir tarifi yok bence, su gibi. Öykü çok dokunaklı, şöyle diyeyim, ağlamak garanti. Ama o his kesinlikle duygu sömürüsü yapılmadan oluşturulmuş. Başka birileri çekse bu filmi, başka birileri oynasa, bizdeki Sezercik filmlerine rahatlıkla bağlayabilirdi. O yüzden iyi ki bu filmi doğru kişi yönetmiş, doğru kişiler oynamış. Ve kesinlikle 5 Oscar ödülünü hakkıyla kazanmış.

Filmin konusundan tabii ki bahsetmeyeceğim. Sadece demek istiyorum ki, eğer bu satırları okuyanların içinde, benim gibi çok çok geç kalmış, hala bu filmi izlememiş olan varsa, hiç gecikmesin izlesin. İyi film. Gerçekten iyi film. Yok ya az oldu, harika film.

Şibumi


Şibumi - Trevanian

Geç tanıştığımı düşündüğüm bir yazar Trevanian. Şibumi, okuduğum ilk kitabı. İkinci kitabıysa Katya'nın Yazı. Benim favorim ikincisi. Ama biz sırayla gidelim, yazarın efsaneleşmiş kitabı Şibumi'yle başlayalım.

Asıl kişimiz Nicholai Hel. Kimi zaman bir süper kahraman, kimi zamansa hırslarıyla, öfkeleriyle, kırılganlıklarıyla senin benim gibi bir insan.

Kitapta anlatılanlar da tıpkı Nicholai gibi. Kimi zaman bir James Bond filmiymişçesine macera dolu, kimi zamansa Şibumi felsefesiyle, go öğretmeni ve Nicholai arasında geçen sohbetlerle, Japon kirazı ağaçlarıyla durgun, dingin...

Bambaşka, sıradışı bir kitap Şibumi. Tıpkı gizemli yazarı gibi.
İyi bir okurun ıskalamaması gerektiğini düşünüyorum.

Kitaptan birkaç cümle:
Artık altmış altı yaşındayım, Nikko. Senin bulunduğun noktadan bakıldığında altmış altı yıl çok uzun bir süredir. Senin hayat tecrübenin üç katından fazla. Ama benim bulunduğum noktadan bakıldığı zaman, yani geçmişe doğru bakıldığı zaman, bu altmış altı yıl, tıpkı şu dökülen kiraz çiçeklerine benziyor. Hayatım alelacele çizilmiş, ama vakit yetmediği içim ayrıntıları doldurulmamış bir resme benziyor.

Notu, 5 üzerinden 4





21 Haziran 2014 Cumartesi

Açlık


Açlık - Knut Hamsun

Bir genç. 
Çok gururlu bir genç.
En büyük hayali yazar olmak.
Gazetelere yazı yazarak üç beş kuruş kazanıyor.
Tabii yazısı kabul edilirse.
Çoğunlukla beş parasız.
Kaldığı odanın kirasını ödeyemeyip kovulacak kadar parasız.
Hatta yiyecek bir lokma yemek bulamayacak kadar parasız.
Kimi zaman sokakta bulduğu meyve kabuğunu kemirerek,
kimi zaman parmağını kesip kanını emerek karnını doyurmaya çalışıyor.

Gerisini ben anlatmayayım, siz okuyun.
Ama lütfen okuyun.
Bir kitabı bu denli şiddetle tavsiye ettiğim nadirdir.
Çünkü bu denli dört başı mamur kitaplarla her zaman karşılaşmam.
Öyle bir anlatım dili var ki yazarın ve Behçet Necatigil öyle ustalıkla çevirmiş ki dilimize, kitap hem fizyolojik hem de psikolojik olarak sarsıyor.
Kahramanın yaşadıklarını sanki siz yaşıyorsunuz.
Bunda kitabın otobiyografik bir nitelik taşımasının da payı büyüktür kanımca.

Velhasıl okuyun, en kısa zamanda hem de.

Not mu? Bu kitaba not vermek ne haddime...





20 Haziran 2014 Cuma

Serenad

Burayı kitap bloguna çevirdiğimin farkındayım. Üstelik bu durum daha epey sürecek. Beni takip edenler farketmiştir, bu güne kadarki her kitap yazısı en az 8-10 kitap içerirdi ve ben her kitap yazısının altına bundan sonra bu kitapları biriktirmeden, okur okumaz, tek tek yazacağım diye kendime not düşerdim. Ama tabii nerde bende o cevvallik. O söz orda kalırdı ve ben bir sonraki kitap yazısını yazana kadar yine dünya kadar kitap birikirdi. Şu anda da elimde 25 civarı kitap var, okuyup bitirdiğim ama henüz yazamadığım. Üstelik şansıma çoğu çok severek okuduğum kitaplar. Haklarında bir cümle yazıp bırakmaya kıyamıyorum. O yüzden her biri hakkında ayrı ayrı yazı hazırlıyorum. İşbu sebepten elimdeki 25 kitabı ve ben onları yazıp bitirene kadar eklenecek yeni kitapları göz önüne alınca buranın da kitap bloguna dönüşmesi kaçınılmaz oluyor. 


Serenad - Zülfü Livaneli

84 yaşındaki Alman Profesör Maximillian Wagner'in görünüşte bir üniversitenin davetlisi olarak ama aslında geçmişiyle hesabını kapatmak için İstanbul'a gelişiyle, yaşanmış yaşanmamış binbir çeşit hikaye gün yüzüne çıkar. Struma, Mavi Alay, Nazi zulmü, aşklar, ayrılıklar, iyi insanlar, kötü insanlar...

Kitapta bahsi geçen, Schubert'in Serenade'si. Yazıyı okurken dinlemek zevkli olabilir.


Akıcı bir kitap Serenad, hem de çok akıcı. Başlayınca bırakamayıp, heyecanla bir sonraki sayfaya geçirten cinsten. Hem sürükleyici bir roman okuyayım, hem de genel kültürüme genel kültür katayım diyenler için biçilmiş kaftan. Ama hem roman okuyayım hem de yüksek bir edebi zevk alayım diyenler için vasatın üstüne çıkamaz ne yazık ki. Zaten yazar Zülfü Livaneli olunca çok fazla bir edebi kalite de beklememek gerekiyor bana göre. Çok severim Livaneli'yi, ancak yazarlığı müzik adamlığının epey gerisinde bence. Kafa yormadan okunacak, çarpıcı öyküleri olan, "kitapkurdu" nitelemesinin dışında kalacak okurların hayran olacağı kitaplar yazıyor. Bu kötü bir şey mi? Kesinlikle değil bence. Bu kadar az kitap okunan bir ülkede, herkesin bir "Tutunamayanlar" okuru olmasını beklemek yersiz. Ne okunduğu önemli değil, yeter ki okunsun. O yüzden Serenad "iyi kitap" benim gözümde. Herkesin zevkle okuyabileceği bir kitap.

Serenad'da çok şey anlatılıyor dedim ama tüm anlatılanların içerisinde en çarpıcı şekilde anlatılan ve beni en çok etkileyen, Maximillian ile Nadia'nın aşkıydı. 
Ah Maximillian, ah nesli tükenmiş, aşık olunacak adam...

Son olarak, notum 5 üzerinden 3




19 Haziran 2014 Perşembe

Evde tek başına


Baba-oğul tatile gitti bizimkiler az önce. 
Evde yalnızım. 
Hem de dört gün boyunca. 
Hem de 11 yıldır ilk defa. 
Garip bir his.
Buruk buruk.
Deniz'in gitmeden dönüp dönüp onlarca kez sarılması,
"ben şimdiden seni çok özlüyorum" demeleri,
sonra arkalarından el sallamalar falan
buruk yapıyor insanı yahu.

Ama bir yanda da özgürlük duygusunun dayanılmaz cazibesi var tabii.
Hiçbir sorumluluk olmadan geçirilecek dört gün.
Yemek bile yapmam gerekmiyor, ki bu başlı başına harika bir şey bence.
Onlar denize gitti ama ben de burda kendimce tatil moduna girdim.
Hiçbir şey yapmama tatili,
kafa dinleme tatili,
kendi kendine takılma tatili.

Kulağa harika geliyor ama yine de dört günden fazlasını istemem.
Şimdiden özlemeye başladım bile.






17 Haziran 2014 Salı

Unutma Beni Apartmanı


Unutma Beni Apartmanı - Nermin Yıldırım

Beni şaşırtan bir kitap oldu Unutma Beni Apartmanı. Çok büyük umutlarım yoktu başlarken, öylesine bir kitap işte diyerek almıştım elime. Sebebi? Bilmiyorum. Biraz kitabın isminden, biraz yazarın isminden belki. Yazarın ismine bakıp kitap hakkında fikir yürütmek de ne demekse? Hani daha önceden okuduğun bir yazar olur, tanırsın, bilirsin, o zaman amenna ama ilk kez okuyacağın bir yazarın adına bakıp bakıp huylanmak da bir tek bende olan garip hallerden olabilir. Ama, şimdi doğruyu söylemeli, Nermin ismi hiç yazar ismi gibi geliyor mu? Nermin dediğin ellilerinde, tombulca bir ev hanımı olur bence. Evet, bir Nermin Bezmen var, bilirim ama bence "yazar" kelimesi o hanımefendiye biraz ağır gelir.

Neyse, bu kadar dedikodu yeter, gelelim kitaba. Kitap güzel, gerçekten güzel. İncelikli, sürükleyici, acaba ne olacak diye merak ettiren ve üstüne üstlük damağınızda edebi bir tat bırakacak cinsten.

Kitaptan bir cümle:
Telefonu kapadıktan sonra ne yapacağımı bilemedim. "Nemli bir havlunun yere bırakılışı gibi"ydim. Bitkin, bezgin, kederli...

Puanı, 5 üzerinden 5




15 Haziran 2014 Pazar

Peri Gazozu


Peri Gazozu - Ercan Kesal

Ekşisözlükçülerden bir alıntı yaparak başlamak istiyorum: Bu gazoz bir harika dostum!

Nasıl anlatmalı bu kitabı? Hmmm, tek cümleyle söyleyecek olursam, bizim Umut'un dediği gibi, çok tatlı kitap.

Daha çok cümleler duymak isteyenleri buraya alalım. Yazarın babası Avanos'ta gazozcu. Sattığı gazozun ismi ise Peri Gazozu. Kitabın ismi gibi kendi de ta oralardan alıyor ilhamını. Anadolu'dan, Anadolu insanından, bizden, yaşanmışlıklardan, anılardan, umutlardan, hüzünlerden.

Böyle yazınca doğru düzgün bir fikir veremedim sanki kitap hakkında. Ben en iyisi şöyle diyeyim; kolay kolay karşınıza çıkmaz böyle kitaplar, böyle samimi, böyle naif, böyle dokunan kitaplar. Ben kendimi bildim bileli okurum, tek tük denk gelmişimdir böylesine. O yüzden okuyun bence.

Kitaptan bir cümle:
Odama dönüyorum sessizce. Oğlum "ben büyüdüm" diyor, demek ki ölebilirim artık...

Puan mı? Tabii ki 5 üzerinden 5


14 Haziran 2014 Cumartesi

Şato


Şato - F. Kafka

K. ve otoriteyi simgeleyen Şato
K.nın kah Şato'ya meydan okuması
kah Şato'dan biri olmaya çalışması
sonu gelmez bir mücadele.
Sonu gelmez çünkü Kafka'nın tamamlayamadan öldüğü kitabı.
Tüm Kafka kitapları gibi, biraz karanlık, biraz gerçek üstü.

Kafka, kült bir yazar ama onun kitaplarını herkes okuyamaz, okusa da sevmez. Bence bu harika bir şey, böylece sadece onu okumayı hak edenler "Kafka okuru" olma ünvanını kazanabiliyor.

Şato benim ikinci kez okuduğum nadir kitaplardan biri, daha doğrusu iki kez okuduğum yalnızca iki kitaptan biri. Bazı kitapları tekrar tekrar okumayı çok istesem de kendimi tutarım hep, aynı kitaba bir kez daha vakit ayıracağıma yeni bir kitap okurum diye düşünürüm ve ardından sık sık yaşadığım bir telaşı yeniden yaşarım: Okunacak ne kadar çok kitap var, bir ömür yetmeyecek ne yazık ki... Ne var ki, Şato için bu prensibimi göz ardı ettim, aslında Şato için değil, Kafka için. O günlerde acayip Kafka okumayı çekiyordu canım. Bilmem, başkasına da olur mu bu hal, bana oluyor ara sıra. Misal, canım Kafka çektiyse başka hiçbir şey yapamıyor, diğer hiçbir yazarın yazdıklarından zevk alamıyorum. Aşermek gibi bir şey yani, okumazsam bir yerlerim şişecek sanki. Kafka'nın da tüm kitaplarını okuduğum için mecbur bu krizi prensip çiğneyerek aşmak zorunda kaldım. Kura çektim, Şato'ya çıktı!

Kitaptan bir cümle: 
"K., hala karın içinde dikiliyor, ayağını kaldırıp kardan çıkmayı pek canı istemiyordu; nasıl olsa bir adım sonra yeniden kara gömülecekti.

Ve son olarak puanı, tabii ki 5 üzerinden 5.

25 Mayıs 2014 Pazar

Mirac hatrına

Ey Rabbim, 
bana ihsan edeceğin her hayra ihtiyacım var. 

                                                   Hz. Musa (as)

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Anı yaşa!


Öğleden sonra. Kanepede kucak kucağa sarılıp yatmışız. Pür huzuruz.

- Seninle böyle yatmak çok zevkli anne ama ben 3 dakika sonra kalkıp çizgi film izleyeceğim.
- Çizgi filmin sırası mı oğlum ya, ne kadar mutluyuz ikimiz de, boş ver çizgi filmi, sonra izlersin, bla bla bla...
- Anneeeee, bırak bunları lütfen, anı yaşa!


7 Mayıs 2014 Çarşamba

Yol arkadaşım


Bahar ne harika geçiyor değil mi?
Ilık, yumuşacık bir hava...
Çiçekler, çiçekler, çiçekler...
Bir de şu dört bir yana yağan yağmur buraya da uğrasa tam olacak.
Geçen hafta çılgın bir kelebek istilası altındaydı Maraş.
Her yerde sürüler halinde uçuşuyorlardı ama her yerde.
Bir hafta sürdü sürmedi bu kelebek gösterisi, çabuk çekildiler.
Bu hafta da tüm şehre parfüm sıkmayı misyon edinmiş gizli bir örgüt geldi yerleşti buralara, eminim.
Aman Allah'ım, nasıl kokuyor bütün şehir, nasıl kokuyor, anlatamam.
Akasya kokusu.
Geniz yakacak kadar yoğun bir akasya kokusu.
İşin garibi yine ortada bir tane akasya göremiyorsunuz.
Kendi yok, kokusu var.
Ondan diyorum, gizli bir örgüt işi olabilir ancak bu.


İşte bu harika günlerde harika bir şey keşfettim ben.
Deniz'le başbaşa yürüyüş yapmak!
İlk kez yürüyüşe çıkmıyoruz tabii ama ilk kez başbaşa çıkıyoruz.
Daha önce hep yanımızda birileri olurdu, baba, anneanne...
Meğer oğlumla yalnız başımıza yürümek kadar zevkli bir şey yokmuş.
Çünkü başkalarıylayken hep onlarla sohbet ede ede yürüyorduk.
 Deniz yetişkinler arasında bir çocuk olarak sohbette ikinci planda kalıyordu.
Ama sadece onunla olmak, sadece onu dinlemek o kadar güzel bir şeymiş ki.
Yol boyunca anlatıyor, anlatıyor, bir bilseniz neler neler anlatıyor.
Öyle komik, öyle şaşırtıcı, öyle zekice ki konuşmaları.
Kendi çocuğum diye söylemiyorum, inanmazsanız anneannesine sorabilirsiniz. (Bozacının şahidi şıracı gibi oldu ya, neyse :)


Dün, sürekli anlatıyordu yine. "Yola çıktığımızdan beri anlatıyorsun oğlum." dedim. "Birilerine bir şeyler anlatmayı çok seviyorum ben." dedi."Evde niye bu kadar anlatmıyorsun o zaman?" dedim. "Evde sen de ben de başka bir sürü şeyle uğraşıyoruz, anlatmaya fırsat olmuyor ki." dedi.


Bu yürüyüşleri bunun için çok sevdim işte,
o anlatmak için rahat rahat fırsat buluyor, 
ben de tanımak, dinlemek, şaşırmak, hayran olmak için.


5 Mayıs 2014 Pazartesi

Sohbet muhabbet


- Anne, benim artık iki tane talibim var.
-O ne demek?
-Melinda'yla İrem bana aşıkmış, bugün öğrendim.


- Baha'yla hala küs müsünüz?
- Biraz daha iyiyiz ama ben hala kendimi tam barışkın hissetmiyorum.


- Maraşspor yendi anne!
- Aaa, hadi hayırlı olsun! Rakip takım kimdi?
- Sivliri miymiş neymiş.
- Silivri olmasın o?
- Olabilir.

2 Mayıs 2014 Cuma

Çocuklar, anneler, hatıralar, çiçekler, kediler vs.


Bu devrin çocuklarının çoğu, yıllar sonra annelerini, sürekli kendilerinin fotoğrafını çekmeye çalışırken hatırlayacaklar kanımca. Bir çoğumuzun yaptığı bu değil mi?
 Hadiiii, itiraf bekliyoruuum. 

İnsan biriktirmek istiyor tabii ki, elinden kayıp giden günleri. Bir anı olsun, unutmayayım istiyor. Bu fotoğrafları herhangi bir ortamda paylaşıyor olmanın da heves artırıcı bir etkisi var elbette. Eğer fotoğraf çektirmeyi seven bir çocuğunuz varsa siz de şanslısınız, o da. Kıymetini bilin. Yok, eğer fotoğraf kelimesinden bile huylanan tipteyse yavrucağınız bir poz alacağım diye inim inim inliyorsunuzdur da çoğu zaman yine de işe yarar bir kare elde edemiyorsunuzdur. Bizden biliyorum :) Bendeki fotoğrafını çekme arzusunun Deniz'deki karşılığı bu kadar negatif olduğuna göre, ilerde bu günleri hangi duygularla hatırlayacak, ondan endişeliyim işte.

Bunları düşünüp dururken, ya ben dedim, ben annemi nasıl hatırlıyorum? 

Çalışan bir anne hem de çok çalışan bir anneydi benim annem. Hafta içi yorgun argın gelirdi eve. Aklıma hep kış günleri geliyor. Annem o kış günlerinde eve gelebildiğinde vakit akşamı çoktan geçmiş, nerdeyse gece olmuş olurdu. Hafta sonlarıysa bir iş telaşesiyle geçip giderdi. Bir gün boyu çamaşır yıkardı annem. Evet, merdaneli makinayla. Öbür gün de temizlikle geçerdi. Herkes viledayla ev silerdi, annem, hayır onla temizlik mi olur derdi. Uzun sürerdi o temizlik, çok uzun. Ya da bana öyle gelirdi, bilmiyorum, hafızamda kalan bu. 

Çocukluğum ve annem kelimeleri bir araya gelince, illa yanına kedileri de eklemek lazım. Annemin kedileri. Priket, Şener, Lokum ve daha bir sürü kedi. Sokak kedileri ve annem. Ayrılmaz ikili. Bir küçücük lojman dairesinin kah içinde, kah kapısının önünde, kah bahçesinde illa ki vardı kediler. Hani bir klişe vardır ya, çocuğunun sokaktan bulup eve getirdiği hayvanı görünce çığlığı basan anne tiplemesi. İşte benim annem kesinlikle öyle bir anne değildi. Kardeşlerimin eve taşıdığı kedi sayısını hatırlamıyorum. O kedilerin hangisi kaldı, hangisi gitti, akıbetleri ne oldu tam bilmiyorum şimdi ama bir tanesi aklımda. Bir kasabın önünde buldukları, ağırlığından taşımakta zorlandıkları o şişko kedi. Onlar onu taşımakta onca zorlanmışlardı ama ne yazar, kedi bizim evde tenezzül edip bir kaç dakika bile durmamıştı, anında kendini 3. katın balkonundan atıp kasap dükkanının yolunu tutmuştu bile. Bir kedi için et sevgiden önce gelir. 

Annemle ilgili aklımda kalan en güzel şeyse onunla dolaşırken etrafta dikkatimi çektiği ayrıntılar. Onun öğretmesiyle öğrendim ben güzellikleri fark etmeyi, onun sayesinde gördüm tomurcukları, filizleri, yemyeşil, tazecik yaprakları, her biri ayrı bir estetik harikası olan ağaçları, ağaçların dallarını. Mini minnacık bir çiçeğin zarafetindeki mucizeyi. Yolun ortasında durur bir ağacı incelerdik beraber, daha doğrusu o, ağacın güzelliklerine dikkatimi çeker, ben de hayran hayran bakardım. Veya yere eğilir, kaldırımın kenarındaki çiçeği seyrederdik.  En güzel anılar bunlar kalmış bende. Şimdi de aynısını oğlumla yapıyor Zorlamadan, öğretmeye çalışmadan,  kendiliğinden sevdiriyor ona da. Benim canım annem.

1 Mayıs 2014 Perşembe

Dün gece ilk defa...


Bebekliğinde nasılsa hala öyle, kendiliğinden uyumak diye bir şey yok Deniz için. Bebekken sallamalarla ancak ulaşabiliyorduk nirvanaya, şimdiyse çeşitli ve kati suretle atlanmaz ritüellerimiz var. Kitap, süt, saç okşama, sırt sıvazlama vesaire.

Dün gece 9 yıllık Deniz'li hayatımızın bir ilkini yaşadık. Uyuyalım mı dedi bana önce. Ki bu bir ilk değil belki ama kendinin ağzından o kadar ender duyulan bir cümleydi ki, sırf bu cümle için bile dün gece hatırlanmaya değerdi. Bu talebi hiç kaçırır mıyım, tabii dedim, hemen uyuyalım. Sen odana git, pijamalarını giy, ben sütünü hazırlayıp geliyorum. Ben sütü hazırlayıp geldiğimde üzerini çıkarmış ama pijamayı giymeye fırsat bile bulamadan uyuyakalmıştı. İnanamadım önce, şöyle bir etrafında dolandım, yok uyuyor, burnu tıkanık, o yüzden horluyor hatta. Odasından çıktım, yavaş yavaş sütü mutfağa bırakmaya gidiyorum ama her an bir "annneeee" sesi duymaya da hazırım, bekliyorum. O da olmadı. Uyumuş yani. Cidden.

Evet evet biliyorum, insanlık için çok çok uyduruk ama bizim ev için gayet mühim bir anı bu da.


30 Nisan 2014 Çarşamba

Saçının teline kıyamadığım. . .


Dün o güzelim kız çocuğuna yaşatılanları dinledikten sonra hissettiğim en güçlü duygu dehşetti, arkasından inanamamazlık, nefret, üzüntü, müthiş bir acı...

Ve hemen arkasından "ben kendi evladımı nasıl korurum" endişesi. 

Çocuklarımız büyüdükçe her an gözümüzün önünde tutamıyoruz ne yazık ki. Ortalık bu kadar korkunç insanlarla doluyken bir an yanından ayrılmak istemememize rağmen mecburuz buna. Okula göndermeye mecburuz, arkadaşlarıyla bahçede oynamasına müsaade etmeye mecburuz, falan filan... Her an dilimde dua, Allah'ım Sen yavrumu koru, onun saçının teline zarar gelmesine izin verme, onu kötülerle karşılaştırma, onu muhafaza et.

Son günlerde haber seyretmeye meraklı Deniz. Haber dediysem siyasi haberler değil tabii, daha gevşek olanları. Dün yine haber izliyordu, ben tam odaya girdiğimde de Gizem'in haberini anlatmaya başlamıştı spiker. O korkunç ayrıntıları dinlemesini istemedim, aldım hemen kumandayı elinden, senle bir şey konuşmak istiyorum diyerek kapattım televizyonu. Detaylarına girmeden o sırada dinlemeye başladığı haberi ben anlattım ona. Kötü insanlar var dedim dışarıda, kimin kötü olduğunu da bilemiyoruz ne yazık ki. Üstelik biz de her an yanında olamıyoruz, o yüzden kendine dikkat etmeyi öğrenmelisin dedim. Sonra da alttaki yazıyı okudum ona, örnekler vererek izah ettim. Dikkatle dinledi, anladığı belliydi. Ama biraz sonra baktım, suratı endişeli, huzursuz. Korkuyorum ben dedi. Yine konuştuk, elimden geldiğince korkmasına gerek olmadığını ama biz yanında değilken tedbirli ve dikkatli olması gerektiğini iyice izah etmeye çalıştım.

Doğru mu yaptım, yanlış mı bilmiyorum. Hiç bahsetmemem, huzursuz etmemem gerekirdi belki. Ama o anlatınca korktu, bense anlatmasam korkuyordum. Korkular içinde yaşıyoruz vesselam. Aslında kimin kimi veya kimin kendisini korumaya gücü yeter ki. Tek bir Koruyucu var, O'na sığınmak tek çare.

Allah'ım hiç birimizi kötülerle karşılaştırma, özellikle de yavrularımızı.



29 Nisan 2014 Salı

Yarın


Yarın güzel ayların güzel günlerinin birincisi.
Yeni kararlar almak ve bunları uygulamaya başlamak için ne güzel bir vesile değil mi, ne dersin?

24 Nisan 2014 Perşembe

Sevgili'ye yakın olmak için: Mihmandar


Uzun zamandır okuduğum kitapları yazmadım. Zaten uzun zamandır doğru düzgün hiçbir şey yazmadım. Yazmadığım diğer şeyler buhar olup uçuyor amma velakin yazmadığım kitaplar, beni bir gün gelip yazmaya karar verirsem ben bu işin altından nasıl kalkarım endişelerine gark edecek denli hızla çoğalıyor. Neyse, bu konuyu günü geldiğinde düşünürüm, ben bugün buraya tek bir kitaptan bahsetmeye geldim. Mihmandar'dan.

Daha önceleri Peygamber'imizi(sav), sahabeleri anlatan çok kitap okumuştum. Epeydir, yine öyle bir kitap okumak, elimdeki sayfalar vesilesiyle O'nu(sav) anmak, O'na(sav) yaklaşmak, o havayı hissetmek istiyordum ama o istediğim kitap çıkmıyordu karşıma. Daha önce okuduğum kitapları da dönüp dönüp tekrar okumak istemiyordum doğrusu. Uzun zamandır beklemedeydim yani.

Mihmandar'ın çıktığını duyunca, bu niyetle, hemen aldım, hemen okudum. Kitapta, Rasulullah'tan(sav) benim arzu ettiğim kadar çok bahsetmemiş olsa da yazar, O'nun(sav) ahlakıyla ahlaklanmış, yaşayışını, düşünüşünü, attığı her adımı, alıp verdiği her nefesi O'nun(sav) gibi oldurmaya çalışan ve olduran büyük sahabe Ebu Eyyub el Ensari'yi(ra) okumak bile içimdeki susuzluğa bir pınar oldu, aktı, ferahlattı.

Kitabın son sayfasını bitirip, kapağını da kapattığımda ağzımdan şu cümleler döküldü:
"Rabbim, Sen benim yoluma bu kitabı çıkardın, beni de Sen'in için yollara çıkanlardan eyle."

İşin sırrı, Hz. Ebu Eyyub'un çizdiği yolda belki, her hareketini Peygamber'im(sav) bunu nasıl yapardı diye yapmakta. Belki de işin sırrı, ben O'nun(sav) zamanında yaşamadım ama ya O(sav) şimdi burda yaşıyor olsaydı, benim komşum olsaydı, şu sokağın köşesinden dönüverince karşı karşıya gelecek olsaydık, çarşıda, alışverişte denk gelme ihtimalimiz olsaydı, işte o zaman nasıl yaşardım, sorusunda. Hakikaten nasıl yaşardık acaba? Şu andaki yaşayışımızı aynen sürdürür müydük? Yoksa bazı hallerimizi değiştirme ihtiyacı hisseder miydik? 

Hadi diyelim bunların hepsi sonuçsuz kaldı, o yola çıkabilmek için belki kitapta geçen şu cümleler insanın aklını başına getirebilir:

" Soru çok yalındı: "Kutlu Nebi'nin dünyada işlenen günahların ölü dostlara ve akrabalara gösterildiğini söylediğini biliyor muydunuz, ya Eba Eyyub?" Sorunun akabinde hem Ebu Eyyub'un hem de Ömer oğlu Abdullah'ın aynı anda atlarından yere düşüvermeleri bir vaveyla kopmasına yol açtı."

"Şimdi, Dımaşk'tan çok uzaklarda, Konstantiniyye'ye iki konaklık mesafe kalmışken düşünüyorum da, sorulan soruya Abdullah ile Eyyub bile bayıldılarsa benim halim nice olur? Evvelce işlediğim günahlar ölü dostlarıma gösteriliyorsa mahşerde yüzlerine nasıl bakarım?... Ve daha önemlisi, şu fani dünyada işlediğim bir günahı ölmüş annemin öğrenmesi bile beni rahatsız ederken, nasıl oldu da ben onu işlerken Allah'ın bildiğinden rahatsız olmadım?"





Not: Bu satırları okuyup da, ben senin istediğin gibi kitaplar biliyorum diyenler, alta yazarlarsa gerçekten çok çok sevinirim.

22 Nisan 2014 Salı

Erkekler hakkında birkaç gerçek


Gerçek 1:

- Anne, erkekler, kendimi de katıyorum buna, çok nankörler. Hepimiz çok nankörüz.
- Hayırdır?
- Kadınlar, çalışıyor, eve geliyor, yemek yapıyor. Biz de sadece yiyoruz, sonra da geçip koltuğa oturuyoruz. Gerçekten çok nankörüz.

Gerçek 2:

Anneannesi gilde, ben de almak için gelmişim, aşağıda beyefendinin inmesini bekliyorum. Beklediğimi bildiği halde, hiç acele etmeyip aksine her şeyi ağırdan aldığını görünce dedesi uyarmak zorunda hissetmiş:
 - Oğlum, annen aşağıda bekliyor ya, hiç centilmen bir erkek bir hanımı böyle bekletir mi?
- Biz erkeklerin kanında var bu, hep kadınları bekletirler.

1 Nisan 2014 Salı

Bahar temizliği!


Bugün Özdemir İnce'nin köşe yazısından bahsetmek için oturdum bilgisayarın başına. Amaan dedim sonra kendime, yeter artık, siyaset, ülke, toplum, düşüne düşüne ne kadar üzüldün aylardır. Bırak artık bu işleri. Adı güzel, kendi güzel Nisan da gelmişken hazır, güzelliklerden bahset bundan böyle. İlk sırayı kozalaklar kaptı bile. 

Not: Ben yazmaktan vazgeçtim ama, sen istersen yine de bir oku derim, hemen şurada bak. Harika yazmış Özdemir İnce.

6 Ocak 2014 Pazartesi

2014'ün ilk güzelliği hoş geldin!


İki gün önce hala oldum. İlk kez. Çok acayip bir duyguymuş hala olmak, daha yüzünü bile görmediğim bu miniminnacık oğlanı öyle çok seviyorum ki. 


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails