31 Aralık 2012 Pazartesi

Yeni yıla duayla . . .


Küçükken bir sihirli peri kızı çıksa karşıma, dile benden ne dilersen diye üç hak verse bana ona ne cevap veririm diye uzun uzun düşünürdüm. Hani hazırlıksız yakalanmamak için. Sonunda, üç dilek istemiyorum, sadece bir dilek yeter bana, o da bundan sonra dilediğim her şeyin olması demeye karar vermiştim. Ne uyanığım ama :)

Geçenlerde bunları ona hiç anlatmadığım halde Deniz de benzer şeyleri söyledi, şaşırdım. O da bir sihirli değnek isteyecekmiş, tüm dilediklerini o değnekle gerçekleştirebilmek için. Anasının oğlu...

Sihirli periden umudumu kestim tabii olarak, bir gün Deniz de anlayacak boş yere bekleyip durduğunu. Ama yeni bir yıla girdiğimiz şu günde öyle bir duam var ki sihirli periden isteyeceğimle aynı mantıkta. Huzur diliyorum Rabbimden. Kendim için ve tüm sevdiklerim için. Huzur, sadece huzur. İstediğin her şeye sahipsen huzurlusundur zaten ya da huzurluysan gerçekleşmeyen isteklerine,dertlerine, üzüntülerine şikayetlenmez güzel bir açıdan bakar, yine mutlu olursun. Rabbim, huzur ver kalplerimize, evlerimize, ülkemize, dünyamıza, dünya ve ahiret hayatımıza...

Yeni yıldan bir şeyler istemek saçma. Benimki Rabbime bir niyaz sadece. Duanın vakti, saati olmaz. Her vesileyle kapıyı çalmalı. Belki kapıların açılma vaktidir bugün, bu saat, kim bilir ...

Yeni yılınızın huzurla dolmasını diliyoruz, oğlum ve ben :)

29 Aralık 2012 Cumartesi

Aşeriyorum









Neye?

Başta annem olmak üzere bir heyecan fırtınasına kapılacak aziz okuyucularım, lütfen sakin olunuz. Durum zannettiğiniz gibi değil.

Kediye aşeriyorum ben. Zaten çok severim kerataları da bugünlerde gözüm döndü yine. Nerde kedi görsem yüzümde aptal bir sırıtmayla arkasından bakakalıyorum, kedi fotoğraflarını seyretmeye doyamıyorum, biri kedilerle ilgili bir şey anlattı mı mest olmuş halde dinliyorum, bir kediyi doya doya okşama ihtiyacıyla handiyse avuçlarım kaşınıyor, Bülent'le oturup dururken şimdi bir kedimiz olsa da şöyle giriverse odaya, yumuşak yumuşak kıvrılsa yanımıza diye hayaller kuruyoruz, hatta hayalini kurduğumuz o kedi gerçekten yanımızdaymış gibi suratımız ışıl ışıl oluveriyor, hatta hatta adında kedi kelimesi geçen veya içinde bir kedi fotoğrafı gördüğüm tüm blogları başka hiç bir yazdığına bakmadan izlemeye alıyorum, kedisevenler candır diyerek. Kriz geldi diyorum, boşa demiyorum yani.

Eve bir kedi almak yıllardır ana gündem maddelerimizden ama bir türlü son kararı verip hepimizi mutlu edecek bu hamleyi yapamıyoruz. İlerde bir sağlık sorununa yol açar mı, yıllar boyu bu sorumluluğu taşıyabilir miyiz falan filan...

Ama yok artık, bu defa kararım kesin. Bu kadar mutluluk verecek bir şeyi kendimizden esirgemenin anlamı yok. Ne harika olurdu şimdi etrafta olsa, mır mır mır mır... Aman anlattıkça daha çok canım istiyor, pfff.



27 Aralık 2012 Perşembe

Ağaçlar ve kitaplar


Bir önceki yazımda okuduğumdan bahsettiğim o bir sürü kitabı da artık yazsam iyi olacak. Biraz daha beklersem bitmez tükenmez bir kitap yazısı yazmam gerekecek çünkü.



Kitaplara geçmeden Deniz'le çoğunlukla neşeli ama yapıştırıcı elinin her tarafına bulaştığında veya iğne parmağına battığında nisbeten stresli zamanlar geçirmemize sebep ağaçlarımıza da bir bakın. Fikirler Browni ve Ayda'dan.




Evimizin Tek Istakozu
Oburcuğun Edebiyat Kitabı

Selim İleri

Her ikisi de 5 üzerinden 5

Bu kitapları öyle çok sevdim ki onlar için ayrı bir yazı yazmayı düşünüyordum ama fırsat olmadı. Kısaca şöyle diyeyim, iyi yazılmış kitapları, güzel Türkçe okumayı, eski zamanları, zarif insanları ve de yemekleri seviyorsanız bu iki kitaptan daha iyisi olamaz. İkisinin arasında Evimizin Tek Istakozu favorim.


Bugünün Saraylısı
İlk Adım
Bir Avuç Saçma
Bir Başka İstanbul

Refik Halid Karay

Dördü de 5 üzerinden 5

Daha önce de bahsetmiştim Refik Halid okumalarımdan ve onu ne kadar sevdiğimden. Yazdığı her şeye daha okumadan 5 veririm. O kadar da taraflıyım yani.


Amcam Oswald - Roald Dahl - 5 üzerinden 5

Çok alem bir kitap bu. Çok eğlenceli, çok çılgın, çok acayip. Keşke bitmese diye diye bir çırpıda bitiriverdim.


Toza Sor - John Fante - 5 üzerinden 3

Yıllar önce almıştım bu kitabı. Bukowski'nin hakkında bin bir övgü yazdığını görünce hiç okumak istememiştim, zira Bukowski'yi hiç sevmem. Ama sonra elimde hiç okunacak kitabım kalmadığı bir gün mecburen başladım okumaya. Hoşuma da gitti. Zaman zaman karakterin derbederliğinden bunalsam da iyiydi.


Kara Sohbet - Amelie Nothomb - 5 üzerinden 4

Yine çarpıcı finalli bir kitap, arka kapağında da yazdığı gibi tam bir kara mizah. İnce bir kitap böyle de ilgi çekici olunca bir kaç saatte okunup bitti.


Akıl Çağı - Jean Paul Sartre - 5 üzerinden 3

İtiraf ediyorum, bazen her şey çok durağanlaşıyordu ve insanlar kendileri hakkında çooook çok uzun düşünüyorlardı ama genelde iyiydi.


Aşk-ı Memnu - Halid Ziya Uşaklıgil - 5 üzerinden 4

Konusunu bildiğim halde zevk verdi kitap bana. Dizisine göre entrika çok az, her şey çabucak çözülüveriyor. Ama zaten bu tarz kitaplarda konudan çok dil benim ilgimi çekiyor. Sırf o usta yazarların hangi kelimeleri bir araya getirip, hangi baş döndürücü, incelikli cümleleri kurduklarını görmek için okuyorum desem yeridir. Halid Ziya da bu beklentimi ziyadesiyle karşıladı.( Bakın okuduklarımın tesiri hemen çıkıyor ortaya, ziyadesiyleymiş :P )



25 Aralık 2012 Salı

Türk Filmi


Yıllardan sonra ilk kez sabahçıyım. Evet, kışın soğuk günlerinde daha ortalık zifiri karanlıkken ve de hava buz gibiyken uyanmak, işe gitmek zor ama ben yine de seviyorum sabahçılığı. Öğle olmadan mesaiyi bitirip boşa çıkmak tüm zorluklara değer. Hele bu sene Deniz'le ters devreyiz, ben eve geldiğimde o gidiyor ki öğleden sonraları tadından yenmiyor. Sakin sakin, kafama göre geçirdiğim saatler demek oluyor bu çünkü.

Tamamiyle benim olan bu öğleden sonralarını nasıl değerlendirdiğime gelince iş orada biraz karışıyor. Bu kadar keyif olduğuma bakıp harikulade aktivitelere giriştiğim sanılmasın. Sabah horozlar ötmeden uyanan bu tembel bünye tabii ki öğleden sonra uzun uzun bir battaniye altında kıvrılıp biraz -bazen birazdan da fazla- dinlenmeden şarj olamıyor. Aynı saatlerde Bülent de evde olduğundan bu uyuşuk saatlerde neyle oyalanacağıma karar vermemde onun da etkisi büyük oluyor. 

Örneğin okullar açılalı 3 ayı geçmiş, bu sürenin ilk   
1 ayında ben Bugün Ne Giysem izleyeceğim diye tuttururken o spor programı izlemekte direndi. 1 aylık bu savaştan yorgun düşünce bıraktım televizyonu Bülent'e, kendimi 1,5 ay boyunca kitaplara verdim. Tüm öğleden sonralarımı battaniye altında harıl harıl kitap okuyarak geçirdim. Sonra okuya okuya kendimde ciddi kurtlaşma (kitapkurdu durumları) emareleri gözlemeye başlayınca yeniden tv karşısındaki kanepede yerimi aldım. Ama bu sefer kocamla bir orta yol bulma konusunda anlaşarak. 

İkimizin de razı olmaya yanaştığı ortak nokta Türk filmleri oldu. Son 3 haftadır Türk filmlerinin dibine vurmuş durumdayız. Bugünlerde de bir Hülya Koçyiğit furyası var ki sormayın, filmleri kanalın birinde bitiyor, diğerinde başlıyor. Ben de iki gözüm iki çeşme fırk fırk hepsini izliyorum. Bazılarının konusu hatta replikleri tamamen aynı, sadece isimleri değişiyor. 

- Lütfen açıklamama izin ver Ferit, yalvarırım!
-Hayııırrr! Yalan! Yalan söylüyorsun!
(Dur hele, daha bir şey söylemedi ki, ne biliyorsun yalan olduğunu.)
- Yalvarırım izin ver açıklayayayım!
- Sus konuşma! Adi kadın, bu çocuğun babası ben miyim, söyle! (Şrrrakkk!!!)
- Yalvarırım açıklamama izin ver,Ferit, Ferit, Feriiit!
(Açıklayacaksan açıklasana be kadın, ömrümü tükettin oyy, herkes açıklama yapmak için izin belgesi mi alıyor sanıyorsun acaba?)

Bir sürü zırva var filmlerde, çok komik, gülmekten kırılıyoruz kimi zaman. Bazıları da korkunç derecede iç bayıltıcı. Bir Hıçkırık filmi var ki mesela, ajitasyonun dibi. Bir de Hülya Koçyiğit'in koşuşu bir alem, Bülent taklidini çok komik yapıyor.


Bu arada Hülya Koçyiğit ne hoş kadın. Çok zarif bir güzelliği var. Çok da güzel yaşlandı, hiç bozulmadan, çirkinleşmeden. Bir de Türkan Şoray'ı çok beğenirim ben,gençliğini özellikle, onun güzelliği daha çarpıcı. Hülya Koçyiğit'in filmlerde giydiği kıyafetlere de hayranım. Tam dönemin modası, çok şık, çok zarif, çok zevkli. O ayılıp bayıldığımız Audrey Hepburn'den eksiği yok, fazlası var. Moda konusunda Bugün Ne Giysem'den daha işe yarar olduğu kesin Türk filmlerinin. 

Yani ilk başlarda boşa çeneleşmişim kocacımla. Baştan bileydim, Ivana Sert'in bozuk Türkçesi, Hakan Akkaya'nın acayip ışıklar saçan gözleri, Çağla Şıkel'in berbat kıyafetleri yerine açardım bir  "Kınalı Yapıncak", bir "Samanyolu", yaşar giderdik kocam mutlu ben mutlu. Hazır vintage da modayken.

22 Aralık 2012 Cumartesi

Şekersiz çay







Sevmek çay gibidir,
 sevilmekse şeker, 
bizim gibi garibanlar çayı şekersiz içer.


                                             Yılmaz Güney

20 Aralık 2012 Perşembe

Bizim evin kokuları



Dışarda kah lapa lapa kar, kah bardaktan boşanırcasına yağmur, ama her halükarda buz gibi bir hava var. Bu günlerde sıcacık evde oturmak kadar güzel bir şey yok. Şimdi hamarat bir yazarın blogunda olsaydınız büyük ihtimalle bahsedilen sıcak ev ortamını daha da şenlendirmek için hamarat yazarımızın döktürdüğü pastaları, börekleri veya örgüleri, elişlerini veya birbirinden cicili bicili objeleri görür, okurdunuz. Ama benim gibi uyuşuk birinin blogunda olunca ancak evi şenlendirecek basit ve zahmetsiz cin fikirleri okuyabilirsiniz. Mesela son günlerde hamur işlerine hiç el atasım yoksa ama evde de "Kurabiyeler fırından yeni çıktıııı!" havası oluşturmak istiyorsam hemen oturma odasındaki lambaderin ampulünün üstüne bir fiske vanilya serpiyorum, bütün akşam ev buram buram vanilya kokuyor. (Saatli maarif takvimi yapraklarının arka yüzlerinde gayet işe yarar bilgiler olduğunun kanıtı, tabii doğacak çocuğa isim seçmeye kadar vardırmamak lazım işi :) Ya da vanilyalı değil de çikolatalı bir tatlı mı çekti canım, hemen yakıyorum çikolata aromalı tütsülerden bir tane, saatlerce havada asılı çikolata kokusuyla yemiş kadar oluyoruz. Tamam, tamam biraz abarttım, tabii ki yemiş kadar olmuyoruz :)

Koku demişken, şu yukardaki muzip adam da benim bal kokulum. Bal kokusu nasıl bir şey ki diyebilirsiniz, zaten ben de bu muzip adamın kokusunu tarif edemem. Bir hafta banyo yapmadığında bile misler gibi kokar mıymış bir insan? Kokarmış. Belki de sadece annelere geliyor o koku, bilemem. Bildiğim tek şey ben ensesinin kuytularına burnumu sokup kokusunu içime doya doya çekerken her tarafımın yapış yapış olduğu. E, bal kokulu dedik, o kadar bal bulaşacak artık, normaldir :)

14 Aralık 2012 Cuma

Duanın kabulü hakkında kısa ve öz


Bu akşam yazmayı planladığım bir sürü şey vardı aklımda. Bugün Cuma ya, yarın tatil, erken yatma derdim yok, ondan. Bu arada ilginçtir herkes Cuma gecesi için ne planlar yapar, ben bloga yazı yazmayı planlıyorum. Neyse, ne diyordum, bir sürü şey vardı aklımda ama sonra yazasım kalmadı, hevesim kaçtı. Başka bir zamana artık. E, derdin ne o zaman, niye bizim okuma listemizi işgal ediyorsun diyecek olanlara buraya şu yukardaki boş cümleleri kurmaya gelmediğimi bildirmek isterim. Bu akşam karşıma çıkan şu güzel cümleleri paylaşmaya geldim:

Allah dualarınızı kabul ediyorsa bu sizin imanınızı artırır.
Geciktiriyorsa sabrınızı artırır.
Eğer kabul etmiyorsa biliniz ki sizin için hazırladığı daha güzel şeyler vardır.
Unutma ki Rabbimiz ihmal değil imtihan eder.

Böyle yazılarla tam da gerektiği anda karşılaşmak Allah'ımızın (Deniz hep böyle der, Allah'ımız) bizi sevdiğine ne güzel bir delil.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Kim yanlış cevap diyebilir?


Ödev yapıyor. Soru şöyle:

 Aşağıdakilerden hangisi metre ile satılır?
a) kumaş
b) salatalık
c) süt

Ben: Hangisi doğru cevap oğlum?
Deniz: Kumaş mı?
Ben: Evet, aferin annecim. Peki salatalık neyle satılır, onu biliyor musun?
Deniz: Poşetle.


8 Aralık 2012 Cumartesi

Çiğ köfteci



Geçenlerde, akşam okuldan çıkıp eve dönerken çiğ köfte alalım dedi Deniz. Benim de işime geldi, evde doğru düzgün bir yemek yoktu, dünden kalanları ısıtıp yedirecektim zaten. İyi, hadi alalım dedim. En yakındaki çiğ köfteciye girdik. Tezgahın başında gençten biri vardı. Bin bir nezaketle karşıladı bizi, güler yüzle sohbet ede ede siparişimizi hazırladı. Bu arada gözü Deniz'in kolundaki GS bilekliğine takıldı, hemen kendi kolundakini gösterdi. Aynı takımı tuttukları anlaşılınca gencin Deniz'le muhabbeti iyice ilerledi. Şakalar, espriler, ikramlar... Paketimizi aldık, bir neşeyle çıktık dışarı. Deniz'in ilk söylediği söz: "Anne, bir daha hep burdan alalım çiğ köfteyi, başka yere gitmeyelim olur mu?" oldu. Bir de ekledi: "Keşke bütün insanlar bu abi gibi olsa." Doğru söze ne denir. Keşke bütün insanlar o abi gibi nazik, güler yüzlü, insancıl olsa, hayat bayram olsa.

Haşiye: Yukardaki şarkı son dönemler Deniz'in favorisi. Sözlerini ezberlemiş habire söylüyor. Şarkı hızlandıkça yetişmeye çalışması çok komik.

5 Aralık 2012 Çarşamba

enginar, yumurta ve Refik Halid


Her yörenin yemek kültürü farklı. Bizim buralarda enginar yenmez mesela. Zaten manav tezgahlarında da son yıllarda görünür oldu. Eskiden arasan bulamazdın. Kimse de aramazdı zaten. Anlayacağınız sadece bizim evde değil, buralarda, bildiğim duyduğum hiç bir mutfakta enginar pişirildiğine şahit olmadım ben. Hayatımda da yemedim, tadını da bilmem, kokusunu da. 

Ama blog işleriyle haşır neşir olmaya başladığımdan beri yemek bloglarında türlü türlü enginar tarifleri görüp acaba denesem mi diye düşünür oldum. Yiyebilir, sofraya yeni bir çeşni katabilir miyiz, yoksa enginar macerası bir tek tencerelik olup, o tenceredekilerin hazin sonu buzdolabında bekleyip bekleyip sonra çöpe doğru yollanmak mı olur, bir türlü emin olamıyordum.

Ara sıra aklımda enginara ait bu tür düşünceler dolanırken, son günlerde Refik Halid okumaya başladım. Refik Halid deyince orada bir duracaksın. Bana göre Refik Halid, "Güzel Türkçe" ile eş anlamlıdır. Tertemiz, pırıl pırıl, ışıl ışıl, berrak, akıcı, zekice bir şeyler mi okumak istiyorsun, Refik Halid tam adresi. Okumayanlar mutlaka ama mutlaka okumalı! İşte, böylece kendisine layık olmayacak bir reklamını da yaptıktan sonra Refik Halid'le enginar konusunu artık birbirine bağlayabilirim.

Bir Avuç Saçma kitabında, sevdiklerinden bahsettiği bir yazısında usta yazarın şu paragrafıyla karşılaştım :

"Sebzelerden enginarı tercih ederim. "Tad" dediğimiz şey, enginar kadar hiç bir nebatın içine sinmemiştir. Her sebzede de biraz tatlılık, acılık, tuzluluk, hülasa dile dokunan bir hali vardır; fakat enginar ne tatlı, ne acı, ne de tuzludur; serapa lezzet ve çeşnidir. Zerzevatlar içinde o ılık bir busedir; bir buse ki üstüne su içtikçe tekrarlar."

Bunu okuyunca insanın içinde gayri enginara dair en ufak bir şüphe kalır mı? Bende de kalmadı tabii. Tamamdır dedim, mevsimi gelir gelmez ilk işim enginar pişirmek olacak.(Mevsimi ne zaman onu da bir bilsem) Ben tam böyle kesin kararlar alırken hemen iki paragraf sonra şu cümlelerle karşılaşmayayım mı:

"Yumurta nedir? Bir harika...
Sarısı sayesinde iştah açıcı süslü söyleyici değil midir? Kırınız, o dolgun kubbesile, tabakta ne özlü bir duruşu vardır. haşlayınız dörde bölünüz, biraz tuz ve peynir... İşte bir gıda çiçeği! Hem keyifle, bir sarı gül gibi seyredebilirsiniz, hem lezzetli bir kuvvet hapı gibi yutabilirsiniz... Meraklısı iseniz koklayabilirsiniz de; taze yumurtada canlı, sıcak, bedeni bir meyva rayihası saklıdır. Zaten yumurta nedir? Can fidanının yemişi değil mi? Ama, diyeceksiniz ki, pek ters tarafından hasıl olan bir meyva! Ey bunu diyen insan, sen ananın göğsünde mi filiz verdin ve başında mı açtın?"

Oldu mu şimdi üstad, oldu mu ya? Sen benim asla tahammül edemediğim yumurta kokusuna dahi bu kadar iltifatlar yağdırırken ben senin sözüne güvenip nasıl enginar pişiririm şimdi?! Döndük mü yine başa? Ee, şimdi pişirsem mi, pişirmesem mi?

Resim : Morey Carol






2 Aralık 2012 Pazar

İdeal pazar. Bence :)



Güneşli bir pazar. Bülent maça gitti. Komşu kendi oğluyla Deniz'i tiyatroya götürdü. Yalnızım. Ev temiz. İşim yok. Aslında var, yazılı okumalıyım ama salladım gitti. İrmik helvası yaptım. Yedim. Mis gibi kokusu evde asılı kaldı. Yukardaki şarkıyı dinleyip mutlu oluyorum. Keyif bu. Bence. Bir de evden gidenler dışarda bir şeyler yeyip gelseler süper olacak.

30 Kasım 2012 Cuma

Bloglarda sevmediklerim



  • "Devamını okumak için tıklayınız" yazısı. Ne gerek var. Zaten okumak için açmışım orayı, bir daha tıkla, bir daha tıkla,pfff... O yazıyı görünce bazen okumaktan bile vazgeçiyorum, ne yalan söylemeli.
  • Her taraftan fışkıran reklamlar. Yazı nerde başlıyor, reklam nerde bitiyor belli olmuyor bazı bloglarda, öyle çok reklam var. Fazla karmaşa.
  • Sev beni seveyim seni durumları. Yorum bırakana yorum bırakmalar falan filan. Yorum bırakmak istiyorsan bırakırsın, o kadar. Çıkar ilişkisine hayır.
  • Yorum onay kutusu. İşkence değil de ne?!
  • Koyu renk arka plan. Biraz okuduktan sonra yazılanlar ne kadar güzel olsa da içim sıkılıyor ve daha da kötüsü bir süre sonra gözüm müthiş yoruluyor.
  • Hayatta, biz sıradan dünyalıların yaşadığı hiç bir sıkıntıyı, üzüntüyü,kaygıyı yaşamayan daha doğrusu mış gibi yapan, sahte yazanlar.
  • Başka ne vardı???

28 Kasım 2012 Çarşamba

Gel de yeme şimdi!


Gece saat 10 civarı. Babayla televizyon izliyorlar. Sabahçıyım, erkenden uykum geliyor, erkeklerin maç keyfini bozmadan habersizce gidip yatıyorum. Bir kaç dakika sonra, farkındayım evin içinde beni arıyor. Yatak odasının kapısından bakıyor, sessizce geri gidiyor. "Baba sütümü hazırla ben yatıcam", diyor. Benim yatakta olduğumdan habersiz baba, maçın başından kalkmak istemiyor, "Annene söyle hazırlasın", diyor. Ayak seslerinden anlıyorum, bizimki mutfağa gidiyor, tıkır tıkır sesler, cezve çıkarılıyor, bardak indiriliyor..."N'apıyorsun?" diye sesleniyor babası. Cevap uyumuş numarasına yatan anneyi yataktan kaldırmaya yetiyor: "Annem yatmış, sütümü ben hazırlıyorum, annemi uyandırırsam çok üzülür, çok yoruluyor o gündüz.

26 Kasım 2012 Pazartesi

İsyan edesi geliyor insanın


Bir kaç gün önce okuldan bir arkadaşın abisi vefat etti, kalp krizinden. 60 yaşındaymış, 3. kalp krizi. Arkadaşa taziyeye gittiğimizde çok üzgündü tabii ki ve de çok kızgın. Abisi fenalaştığında ambulans çağırmış, devlet hastanesine götürmüşler. Kabul etmemiş hastane hastayı, yerimiz yok demişler. Öyle ufak tefek bir hastane de değil üstelik, daha yeni yapıldı, devasa bir bina. Ama yokmuş yerleri, yalvarmış yakarmış hastanın yakınları, olmamış. Bu arada hasta fena halde, acilde yaptıklarıysa sadece bir ağrı kesici. Bakmışlar ordan umut yok, almışlar tıp fakültesine götürmüşler. Yine aynı laflar, yerimiz yok, Antep'e, Adana'ya götürün falan. Bizim arkadaşın eski bir öğrencisi çalışıyormuş tıp fakültesinde, onu aramış bulmuşlar. Onun sayesinde birden yatak bulunuvermiş. Tabii bu arada saatler hastaya hiç bir müdahale yapılmadan boşa geçmiş.Bir hafta yatmış hastanede, sonunda da işte acı haber.

Devlet hastanesinde çalışan tanıdıklardan duymuştuk hastanenin tam kapasite Suriye'den gelenlere çalıştığını, Türk hastadan çok Suriye'li hasta olduğunu. O koskocaman hastanede acil durumdaki bir hasta için yer olmamasının sebebi bu demek ki. Yardım mı etmiş oluyoruz şimdi, insanlık görevimizi mi yerine getirmiş oluyoruz? Onlara gösterdiğimiz insanlıksa kendi insanımıza bu yaşattıklarımız ne acaba? Yardım iyidir mutlaka ama altyapın, imkanların ölçüsünde yaparsın yardımı. Kendi vatandaşını öldürmecesine yardım etmişsin, ne anladım ben bundan. Tıpkı altyapı olmadan yeni yeni eğitim sistemlerine geçip çocukları, gençleri heder ettikleri gibi. Akıl almıyor hakikaten, akıl almıyor.



24 Kasım 2012 Cumartesi

♪♪♫ ♫♪ ÜÇ ♫♪♪♫♪


Tüh ya, bu yıl da kaçırdım gününü. Ama ayı çıkmadan yakaladım :) Tam 3 yıl olmuş. İyi ki doğdun Resimli Günlük!

Bu kedi annem için :)


Deli :))

19 Kasım 2012 Pazartesi

Şaşkın blog yazarının resmidir



Çalışkan bir blogcu değilim ne yazık ki. İstediğim sıklıkta yazamıyorum. Bir şeyi yazıyorsam onlarca yazmak istediğim şey de arada kaynayıp gidiyor. Aynı şekilde, çok istediğim halde sevdiğim blogları takip etmeye de her zaman fırsat bulamıyorum. Yorum yazmada da durumlar fena. Genelde ancak bir kaç blog okuyuverip kapatmak zorunda kalıyorum bilgisayarı, yorum bırakmayı ne kadar istesem de vakit bulamıyorum ne yazık ki. Hatta bazen kendi yazılarıma bırakılmış yorumlara bile cevap yazamıyorum. Ki bu benim hiç hoşlanmadığım bir şey. Yani ideal blog yazarı tanımına hiç uymuyorum. Ki benim internet dünyasıyla tek alakam burası. Ne face kullanırım, ne twitter, ... Blogun arkasından yetişemiyorum ki bir de oralara el atayım.

Bu arada bakıyorum, ne çalışkan insanlar var. Bloglarını sık sık güncelliyorlar, onlarca bloga yorum bırakıyorlar ve hatta blog olayını aşıp facede, twitterda, instagramda, pinterestte ve eminim daha benim adını bile bilmediğim bilumum ortamlarda gayet aktif bir şekilde boy gösteriyorlar. Hayranım kendilerine ve çok merak ediyorum, o kadar vakti nasıl buluyorlar? (Onlara öyle şaşırarak bakıyorum ki yüzüm herhalde o sırada fotoğraftaki arkadaş gibi oluyor :) Bu insanların bir çoğu aynen benim gibi çalışan anneler. Yani en az benim başımdaki kadar onların da işi gücü vardır. E o zaman, onlar o kadar işi halledip bir de bilgisayar başında geçirecek bunca zaman bulurken ben neden bulamıyorum? Gariplik bende mi, onlarda mı diye soruyorum bazen kendime. Sanırım bende diye cevaplıyorum sonra kendimi. Bu kadar insan bunu yapabilip ben yapamadığıma göre sorun bende olmalı. Zamanımı yönetemiyorum demek ki.

Canımı sıkıyor bu durum, yaş kaç olmuş hala öğrenememişim zamanı doğru kullanmayı. Geçirdiğim günün yarısı belki daha çoğu boşa gidiyor. Zamanı doğru kullanmakla ilgili bir rehber, evet evet bu konuda iyi bir kitap lazım bana.

 Aslında bana kendi kendime verdiğim sözlere sadık kalmayla ilgili de bir kitap lazım, bir de geçenki yazımdan da anlaşılacağı üzere mutlu olmayla ilgili bir kitap lazım, bir de yaptığın mesleği bırakamıyorsan bari sevmeyi öğren konulu bir kitap lazım, bir de...Bu liste çok uzayacak sanırım. Neyse, zamanı kullanmayı öğreneyim hepsini ayrı ayrı yazarım :)



Bu şarkı, takip edilmek, okunmak için yapmam gereken yukarda yazdığım şeylerin hiç birini doğru düzgün yapmadığım halde yine de beni okuyanlara, yorum bırakanlara yani benden tüm sevdiklerime ve sevenlerime gelsin :)


17 Kasım 2012 Cumartesi

Çalış çocuğum çalış


Bugün ilkler günü.
Basketbol kursuna ve ikinci tur Kur'an derslerine başladı bugün Deniz.
Kur'an dersi bitti, koştur koştur basketbola yetişmeye çalıştık.
Zaman böyle.
O dersten bu kursa, bilmemne aktivitesinden bilmemne etkinliğine.
Koşsun çocuklar, koşsun anne babalar.
Biz bir sokak bilirdik haftasonlarında.
Gece karanlık çökmeden eve girmezdik.
En iyi ihtimalle lise 2'de tanışırdık dershaneyle.
Çoğunluk lise 3'te giderdi oraya da.
Şimdi daha Deniz'in sınıfından, dershaneye giden kaç çocuk biliyorum.
Merak ediyorum, şimdiki nesil bu kadar çaba sonucunda gerçekten bizden farklı olabilecek mi acaba?

Benim bu düşüncelerim bir yana, Deniz basketbola gideceği için öyle mutluydu ki dün gece uykuya zor daldı, sevinçten içi içine sığmıyordu. "Basketbol oynadığım için çok uzun boylu olacağım ben değil mi anne?", bugün defalarca cevapladığım sorulardan biriydi :)


* Fotoğraf bu yazdan


13 Kasım 2012 Salı

Mutlu = Güzel



Kesinlikle mutlu insan güzel oluyor. Bakım makım boş laf. Mutsuz olan, ellibin krem sürse orasına burasına yine de o güzellik enerjisini yayamıyor etrafa.

Kesinlikle hüznü, bilmemneyi bir yana bırakıp mutlu olmaya çalışmalı o yüzden.

Kesinlikle mutluluğun büyük şeylerle ilgisi yok, önemli olan nasıl baktığın. Hastalığa, acıya, afetlere,zahiren en fena olaylara bile.

Kesinlikle Hilal'in şu yazısında bahsettiği negatiflik orucuna başlamalı mesela. Mutlu olmak adına işe yarar bir adım gibi duruyor.

Kesinlikle "Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır." darb-ı meseli, "Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır, hayatından lezzet alan güzel görünür." şeklinde değiştirilmeli. Bu hali kadınları daha çok çeker.

Kesinlikle ve istisnasız güzel olmak ister her kadın çünkü.

Kesinlikle mutlulukla ilgili farklı önerilere açığım, haberiniz ola.


12 Kasım 2012 Pazartesi

okudumyazdımokuyunyazın

Son dönemde kitaplara gömülen biri olarak liste daha çok uzamadan birikenleri yazayım artık. Zaten geçenlerde kitapyurdu'na  kallavi bir sipariş verdim, çok mutluyum. En azından bu listeye onlar eklenmesin. Yoksa yaz yaz bitmez :)


Benim Hüzünlü Orospularım - Gabriel Garcia Marquez - 5 üzerinden 3

Daha önce okuduğum kitapları daha iyiydi Marquez'in. Ondan 3 belki.




Parfümün Dansı - Tom Robbins - 5 üzerinden 4

Öyle acayip bir kitap ki Parfümün Dansı, birbiriyle alakasız çok şeyden bahsediyor ve onların hepsini birbiriyle buluşturabiliyor. Parfümler, pancarlar, ölümsüzlüğü arayanlar, 1000 yıl yaşayanlar, daha neler neler. Kolay bir kitap değil, anlayabilmek için sakin bir köşeye çekilip kendini tamamen kitaba vermek gerekiyor. Ama yazarın müthiş zeki, esprili dili, derin konuları şaşırtıcı kıvraklıkla yazıya dökebilmesi kitabı ve yazarı vazgeçilmez yapıyor.


Yetenekli Bay Ripley - Patricia Highsmith - 5 üzerinden 4

Ta üniversitedeyken sinemada izlemiştim filmini. Sonunu biliyordum yani kitabın. Ki bu bir cinayet romanı okurken en istenmeyen durumdur. Buna rağmen zevkle okudum. Severim zaten P. Highsmith'i, daha önce bir çok kitabını okudum. Ripley'in olduğu kitaplarsa bence onların en özelleri.


Aylak Adam - Yusuf Atılgan - 5 üzerinden 4

Bence Yapı Kredi Yayınları yerli yazarların romanları için kullandığı kapakları değiştirmeli. Sırf kapağından hoşlanmadığım için okuyasım gelmiyor bu kitapları. Ama aynen bu örnekte olduğu gibi kendimi zorlayıp okuduğumda niye daha önce okumamışım ki diye hayıflanıyorum. Benim üniversite zamanlarımda okuduğum kitaplara benziyor Aylak Adam, yalnız, düşünen, kendiyle ve dünyayla sorunlu bir kişiliğin romanı. O yüzden okurken bundan 10 yıl öncesindeymiş gibi hissettim kendimi ve bunu çok sevdim :)


Gözlemler - Jane Harris - 5 üzerinden 4

Sürükleyici, ilginç ve sevdim :)


Efendi - Soner Yalçın - 5 üzerinden 3

Karınca duası gibi minicik harflerle yazılmış, 566 sayfalık, içinde yüzlerce isim geçen bir kitap. Ama yine de okurken "vay be" dedirtiyor. Bu topraklarda kimlerin ne oyunlar çevirdiğini gözler önüne seriyor. Tüm kitapları okuma listemde Soner Yalçın'ın. Gerçekleri, bizden köşe bucak gizlenen gerçeklerin en azından bir kısmını görebilmek için. Notun kırıklığı o yüzlerce isimden. Kitabı okumayı zorlaştıran kısmından.


Kertenkelenin Uykusu - Nihan Taştekin - 5 üzerinden 3

Polisiye, esprili, güzel, hoş ama 3'ten fazlası değil.


Sözde Kızlar - Peyami Safa - 5 üzerinden 4

Ustayı okumak zevk!


Beyoğlu Rapsodisi - Ahmet Ümit - 5 üzerinden 4

Bu adam ne yazsa seveceğim ben galiba. Ama Beyoğlu Rapsodisi gerçekten çok sürprizli bitiyor, öyle böyle değil.



11 Kasım 2012 Pazar

Hmmm...

7 yaşına kadar olan çocuğunuzla oynayınız, 15 yaşına kadar arkadaşlık ediniz, 15 yaşından sonra istişare ediniz.
                                                           
                                                                      Hz. Ali (r.a)

Bu söz doğal süreçte kendiliğinden oluşuyor sanki. Gerçekten de geçen seneye kadar Deniz'le paylaşımlarımız oyunda yoğunlaşırken bu sene daha farklı. Daha çok sohbet ediyoruz, o bana daha çok şey anlatıyor, benim anlattıklarımı da çok daha rahat anlıyor ve karşılık veriyor. Bazen onunla sohbet etmek bir arkadaşımla sohbet etmek kadar tatmin ediyor beni. İlginç. Yaşıyorduk bu hali zaten ama Hz. Ali'nin sözünü okuyunca daha net algıladım şimdi.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Gurur doluyduk hepimiz

Bugün  sabah okula gittik. 10 Kasım için. Hafta sonuydu, gök delinmiş gibi yağmur yağıyordu ama hiç mi hiç şikayet etmedik. Eskiden olsa ederdik belki. Ama bu gidişle yakında 10 Kasım'ı da herhangi bir güne çevireceklerini, her yerde Atatürk'ü silmeye çalıştıkları gibi 10 Kasım'da bile O'nu anmamızı istemeyeceklerini bildiğimizden bu son fırsatları değerlendirelim dedik. Hiç mi hiç şikayet etmedik. Aksine gurur doluyduk hepimiz.

9 Kasım 2012 Cuma

Tekerrür



Yine az yeme, bol kitaplara gömülme günlerimdeyim. Anladın sen onu ...

2 Kasım 2012 Cuma

İmdaat!


Her şeyin farkında. Biz güya tedirgin etmemek için yanında bahsetmemeye çalışsak da ...

1 Kasım 2012 Perşembe

Kehanet


Dün okulda bir öğretmen arkadaş 20 yaşındaki oğlu için "Bazen geri içime sokasım geliyor onu, öyle seviyorum." dedi. Anladım ki bizimki kazık kadar olduğunda da benim için hiç bir şey değişmeyecek.

Fotoğraf eskilerden, çok zorlasam içime sığacak kadar olabileceği dönemlerden.

28 Ekim 2012 Pazar

Hayat bir film!


28 Ekim Pazar, saat 4 civarı :

Anne ile oğul mutfakta, masada oturuyorlar. Beraber hazırladıkları elmalı turta fırında, etrafa mis kokularını yayıyor. Anne yazılı soruları hazırlıyor, oğul mırıl mırıl test çözüyor. Baba içerde, oturma odasında kitap okuyor. Ev pırıl pırıl, tertemiz. Havada batmadan son ışıltılarını yayan güneşin kızıllığı... Sessizlik, dinginlik, huzur... Anne kendini bir film karesinde zannediyor. Romantik komedi tadında yumuşak, hoş bir film.

28 Ekim Pazar, saat 5:30 civarı :

Yarım saat kadar önce gelen komşu çocuğunun sesini duyar duymaz test kitabını fırlatıp atan oğul, arkadaşıyla ortalığı birbirine katarak oyun oynuyor. Artık o tertemiz evden eser yok, her taraf dağılmış. Çıkardıkları korkunç gürültü de cabası. Pişen turtadan bir tabağa koyup karşı komşuya da ikram etmek gibi iyi niyetlerle dolu olan anne kuryelik için oğulu seçerek ne büyük bir hata yaptığını ne yazık ki çok geç anlamış. Çünkü kuduruk, elindeki tabağı nasıl tuttuğundan bihaber oğul, turtaları kapının önüne boca etmiş. Anne ha gayret yerleri temizliyor. Baba işin kolayını bulmuş, yaygaradan kaçmak için çoktan evden firar etmiş. Evet,anne kendini hala bir film karesinde zannediyor ama artık daha çok bir gerilim filmi.

16 Ekim 2012 Salı

Kutlu günler

Bu yazıyı, buraya yolu düşenler arasında, önemli günleri geç farkettiğinde benim gibi hayıflananlar vardır belki diye yazıyorum. Kutlu günlerin, Zilhicce'nin ilk 10 gününün birincisi bugün. Önümüzdeki 10 gün Kuran'da yeminle anılan ve Peygamber Efendimiz'in "Allah'a ibadet edilecek günler içinde Zilhicce'nin ilk on gününden daha sevimli günler yoktur." dediği günler. Yine Peygamber Efendimiz bu günler için, "Zilhicce'nin ilk günlerinde tutulan oruç, bir yıl oruç tutmaya, bir gecesini ihya etmek de Kadir gecesini ihya etmeye bedeldir." buyuruyor. Ve tabii her şeyden önce farz namazları aksatmadan kılmak gerekiyor bu günlerde. Mümkün olduğu kadar dünyevi işlerden uzaklaşmak, hatta bayram hazırlığının bu günleri meşgul etmesine izin vermeyip daha önceden tamamlamak, bir nevi Ramazan'ın devamı sayılan bu günleri gerçekten Ramazan havasında geçirmek en güzeli. Özellikle de arife günü çok kıymetli, heba etmemeli. Bir de Peygamber Efendimiz bu günlerde çokça Sübhanallah, Elhamdülillah, Lailaheillallah ve Allahuekber tesbihlerine devam etmemizi tavsiye ediyor.

Burda yazdıklarımı yapabilmeyi nasip et Allah'ım!

15 Ekim 2012 Pazartesi

Kısa pantolon hakkında sorular, sorunlar . . .


Hani çok eskilerin kullandığı bir tabir vardır ya, daha çok kitaplarda geçer, "Bilmem ne olayı olduğunda ben daha kısa pantolon giyiyordum" derler yaşlarının o dönemde küçük olduğuna gönderme yaparak. Benim aklıma takılıyor şimdi, kısa pantolondan uzununa geçmek için aranan şartlar nelerdi acaba? Eski Türkler'deki gibi bir kahramanlık gösterince mi bu imtiyaz verilirdi bir oğlan çocuğuna yoksa buluğa erdiğinin işaretleri takip edilir de haydi bakalım sünnet birdi, uzun pantolon da iki, erkekliğin hayırlı uğurlu olsun mu denirdi? O dönemki kız çocuklarının merasimle çarşafa girdikleri gibi bir merasim düzenlenir miydi acaba? Bir de uzun pantolona geçene kadar bu garipler kışın soğuğunda çıplak bacaklarla titremezler miydi? Yani neydi?

Fotoğraf : Pinterest

11 Ekim 2012 Perşembe

Blogun her köşesinden bir kedi çıkıyor, daha ne soruyorsam?




Geçerken şöyle bir uğradım.

Bu arada kedilere hayran olduğumu daha önce söylemiş miydim?


8 Ekim 2012 Pazartesi

Bir anneyi en çok ne mutlu eder?


Cevap: Veli toplantısında öğretmenden, "Mehmet Deniz çok zeki bir çocuk, özellikle matematiğe müthiş bir yeteneği var." cümlesini duymak.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Hoş geldin :)


Biraz ani oldu gelişin
Geleceğini günlerdir söylüyorlardı da gerçi
Daha sürer diyorduk
Hemen bu sabah beklemiyorduk sanki
Üstelik sen ne var ne yok toplamış gelmişsin
Yağmur kokun, serinliğin...
Kalıcısın bu sefer, besbelli
İyi yaptın 
Hoşgeldin 

Fotoğraf : Pinterest

4 Ekim 2012 Perşembe

İçimdeki tembel Özlem'e ithafen...


Şu kavga bir bitse dersin
Acıkmasam dersin
Yorulmasam dersin
Çişim gelmese dersin
Uykum gelmese dersin
Ölsem desene...

                               O.VELİ

2 Ekim 2012 Salı

Annemin face macerası



Yıllardır annemlerde bir bilgisayar var. Bu bilgisayarı babam sadece kırk yılda bir yazı yazmak için kullanırken annemin toz almak dışında kendisiyle bir münasebeti olmamıştı. Bir de kardeşim her tatile geldiğinde bilgisayara internet bağlantısı çekilir, o gittiğinde geri kaldırılırdı. Bu sene durmadan bağla çıkar, ne uğraşacağız, kalsın internet dediler. 

Bir gün annem, "Evde çok sıkılıyorum, tv.de de izleyecek bir şey yok, şu internetin başına oturup saatlerce kalkmıyorsunuz, ilginç bir şeyler var orda herhalde, bana da öğret de ben de bakayım." dedi. Böylece annem google olayına ilk adımı atmış oldu. İşte neyi merak ediyorsan buraya yazacaksın, çıkan sonuçları açıp okuyabilirsin falan dedik,gösterdik. Fakat google annemi bir süre sonra kesmez oldu,haklı da tabii. Neyi merak edip arayacak ki sürekli? 

O zaman "Gel sana bir facebook hesabı açalım, böylece en azından oğullarının ne yaptığını görür, onlarla iletişim kurabilirsin." dedim. Önce bir e-mail hesabı, ardından bir face hesabı açtım onun adına. Gösterdim nasıl arkadaşlık talebinde bulunacağını, arkadaşlarının yazdıklarını nasıl okuyacağını. Ama bir süre sonra bu da anneme yetmez oldu. "Herkes bir sürü şeyler yazıyor, fotoğraflar koyuyor, bana da göster, ben de yapayım." dedi. "Tamam" dedim,oturduk başına bilgisayarın. Yalnız öğrencimin bu konuda temeli sıfır. Ben uzun uzun anlattım şunu şuraya kaydedeceksin, ordan da şuraya aktaracaksın falan filan diye, o da her adımı tek tek not aldı kağıtlara. Onun yazdıklarının uzunluğuna bakınca bize bu kadar basit gelen şeyler meğer ne karmaşık ve çokmuş diye hayrete düştüm. 

Yavaş yavaş kaptı bu işi annem. Arada tıkanıp kaldığı zamanlar da oldu tabii. Bir kere bana telefon açıp, "Face'de bir resmin altında 'beğen' yazıp duruyordu, ısrarına dayanamadım beğendim, şimdi de sürekli 'beğenmekten vazgeç' yazıyor, ne yapacağımı şaşırdım." demesini asla unutamam herhalde :) Ama sonuçta ısrarlı bir azmin sayesinde annem şimdi sıkı takipçileri olan tam bir face kurdu. Öğrencimle gurur duyuyorum :)

Haşiye : Bu yaz, babam gözlerindeki rahatsızlıktan dolayı araba kullanamaz olunca tek çare annemin şoför koltuğuna oturması oldu. Daha önce direksiyona elini bile değdirmemişken, bu işin üstesinden gelip gelemeyeceğinden çok endişe duyarken ve üstelik arabaları nerdeyse antika statüsündeyken annem çok kısa sürede bu işi de başardı. Sanırım bu konuda da hocası olan kardeşimi gururlandırdı. 

Çok iş var bu annemde benim, çok!

29 Eylül 2012 Cumartesi

Ah bu bankalar!

1. sınıftayken, okuma yazmayı yeni öğrendiği günlerde günlük tutma hevesine kaptırmıştı kendini Deniz. Günlüğü her an elinde dolaşıyor,gelişmeleri an be an kayıt altına alıyordu. Bu kadar yoğun bir heves aslında tahmin ettiğim gibi sadece bir kaç gün sürdü. Geçenlerde bilgisayardaki fotoğraflara bakarken o günlüğün bir sayfası çıktı karşıma. Aylar önce olmuş bitmiş bir şey ama öyle komik ki buraya koymasam olmazdı.


Arabadayken başlıyor Deniz yazmaya :

"ŞİMDİ ANNEMLE BANKAYA GTTİK SONRADA GÜNLÜĞÜMÜ YAZMAYA BAŞLADIM"

Tabii Deniz'i bankaya, çarşıya götürmek öyle kolay iş değil. Uzun pazarlıklar sonucu bankadan sonra istediği battal boy bilyeyi almak için oyuncakçıya gitmek şartıyla kabul ediyor bankaya gitmeyi.

"BANKADAN SONRA ANNEMLE BİLYE ALMAYA GİTTİK ŞİMDİ DE GİDİYORUZ"

Oyuncakçıda istediğimiz bilyeden yokmuş. O zaman illa başka bir şey alalım diye tutturuyor.Aslında bilyeden başka özellikle istediği bir şey yok, sırf almak için alacağız yani. Ben de izin vermiyorum buna tabii. Suratlar bir karış çıkıyoruz oyuncakçıdan. Oradan sonra bir bankaya daha uğramamız lazım.

"BU ANNEMİN ÇOK KABA OLDUNU SÖYLEMİŞ MİYDİM BANKALAR YÜZÜNDEN BİZ AYRILICAZ"


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails